Dostluk, toprak bir maşrapa gibidir, önemsiz bir nedenden birdenbire kırılır ve bir daha kullanılamaz. cicero
Hasan Hüseyin Arslan
Hasan Hüseyin Arslan

Kendimle Başbaşa Kalan Ben II

Yorum

Kendimle Başbaşa Kalan Ben II

0

Yorum

1

Beğeni

0,0

Puan

61

Okunma

Kendimle Başbaşa Kalan Ben II

Baharın içindeyiz. Birkaç hafta kuraklığa benzer iklim yıkıntılarının arkasından gelen yağmurlarla doğa da rahatlıyor benim duygularım gibi. İmdada yetişen yağmurla beraber kapıdan ve seyredilen pencerelerden birgün içinde doğanın nasıl değiştiğine dikkat etmek adeta bunalımdan tamamen kurtulan bir şizofreni hastasını gözümün önüne getiriyor. İklim değişikliği, son yıllarda bana güvensizlik veren, gelecek kuşaklara dair tüm endişelerimde haklı olduğumun garantisini veriyor. İşimin bile yüzdeyüze varan garantisine rağmen, dünya ikliminin ve ekonomisinin giderek psikopat politikacıların, karar veren mahkemelerin ellerinde ki güçlerle nasıl bir erozyona uğradığını bir doğasever olarak günlük hayatımla içiçe yaşıyorum.

Ama satır aralarında, gücünü yitirmiş sözcükler arasında uyuyan, dile getirilmemiş her şey sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyor, kuğular ötüyor, kuş cıvıltıları arasında yitip giden, geçmişin içinde bıraktığım uzun gecelerden dışarı çıkarak seyrediyor baharı. Yaşamımın ve geride kalmış yaşanmışkların akıl almaz gizli yanları bütün yanları gözümün önünde canlanıyor; bunlar olmasa ne derin çekicilik, ne de yürekten bir korku söz konusu olurdu. Arasıra değil çoğunlukla haşır neşir olduğum bir kitap veya kitaplar bir anıyı ya da çektiğim bir acıyı çağrıştırdığı zaman, belirsizce algılanan büyük gizlerdeki sırları, büyük gizlerde ki uçurumları sezinlemenin getirdiği türden dondurucu bir sarsıntı ya da ruh ürpertsisi duyuyorum, kendi çocuklarımda buna dahil olmak suretiyle, iyi bir gelecek bırakamayacağım için. Kendimi bildim bileli, içimde varolan ya da belirsizce dile getirmekte zorlandığım sırlarımdir bunlar benim. Öykümün başladığı Gölbaşı-Besni arası, sıradan ve neolitik bir köy yaşamı olan, Taş Devri süresi gibi, uzun ve çok uzun süren bir etnoloji tarihiyle va yaşamıyla beni yüzleştiriyor bu acı gerçekler. Sonra Malatya, yaşamıma ve tek başıma Tarhan ötelinde ilk kez iki duble rakı içmemle girdiğim hayat serüveni. Öyküm, kendimle başbaşa kalan ve bana yük olan öyküm.Ve köy yaşamında ki ilkellikle, tıp okuyan birisinin köye getirdiği haberlerle tanımaya başladığım İstanbul. O kadar uzak ki, şu anda bile hayal edilmeyecek kadar gerçek olan bir uzaklık. Darmştadt, Pallaswiesen Caddesi 141 numaradaki 39 metrekare evceğizim, güneşin hiç eksik olmadığı bu birinci kattaki düşlerim, ipek gibi düşlerim, bazen keyifsizce, bazen de sevinerek geldiğim ve kendimi kendimle başbaşa bıraktığım bu uzun cadde. Şu ada geliyor gözlerimin önüne! Sıfırdan mı, yoksa birden mi başladığım gerçek hayat yolculuğu. Türkçeye olan sevgimin bir kitapla değişen gücü, burada gelmişti düşüncelerimi zaptetmeye ve ilk hikayemi, Telefondan Sonra’yı burada kaleme almıştım bilinçsizce ve sessizce. Bir kış akşamıydı, tümcelerimi titreten bir yanlızlığa çizgi çekilmişçesine beni büyüleyen akşamların ipeksi görünümleri bu caddede, merkeze uzak küçük bir şehir adasında, yeşillikler arasın da, her zaman ki gibi. Mathias ve Katja, iki can dost, iki Alman, ben tanıştırdım ve bugün iki kızları var, ve Princetten Üniversitesinde hatırı sayılır bir fizik profesörü olan bu güzel insan, Andreas, Karlo, Jaqlin, Karolin, Heike Krause, hiçbir telefonumu cevapsız bırakmayan bu sadık dostlarım, ben de derin izler bırakan, her yanlış söylediğim Almanca kelime öğrenene kadar ısrarla üzerinde duran bu yüreği güzel hümanist dostlar. Acaba bugün nerede akldılar. Yolculuk bu hayat yolculgu, serüvensiz ve gerçek. Hiçbir zaman şahsen aramadığım serüvensiz, heyecansız ve bir çırpıda kurduğum dostluklarımın gerçek yüzleridir. Aynen Ahmet Hamdi Tanpınarın; Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Beş Şehir, Mahur Beste, ya da, alman Ondokuzuncu Yüzyıl şairi Freiligrath gibi. Bu gibi içgüdülerle gözlerim çok uzaklarda, şehirin sonsuz ışıklarını hissediyorum, Köln de olsam diyorum. Ren Nehiri kıyılarında, serüvensiz bir aksam, Saman Pazarı meydanı çevresinde, birahanelerinden birinde, bir kaç Kölç birası içerek dağıtsam diyorum ortamı. Oysa ortam zaten dağıtılmış değil mi? Uçsuz bucaksız belirsizliklerde algılıyorum kendimi, yüce dag başında kalmış bir çoban gibi. Oysa şehir şu anda fenerlerle süslenmiş, rakılar bardakları süslemiş Stuttgart şehiri gibi. Yaşama dönmek allak bullak ediyor titreyen bedenimi, Bilmediğim bir kente yaklaşmanın heyecanlı belirsizliği gibi hissediyorum kendimi gitgide saltıklaşan sessizliğinde, nasıl desem, hem iç karartıcı bir havaya bürünüyor, bulanık ve ay ışığla süslenen bir gecenin içinde, hepten daha hızlı kayarak gidiyorum; bir kuyruklu yıldız gibi.

Düşte geri döndüğümü sandığım zamanlar gibi, serüvensizce, ama güvenli. Yüreğimde geceye korkudan kurşun sıkan bir gece bekçisi gibi. Hiçbir ülkeye yakın ve uzak olmadığımı anlıyorum, Frankfurt am Main’de, gecenin saat birinde, Main’i seyrederken. Üniversite kliniğinden molaya çıkmış bir kaç hemşire, sigaranın zararları konusunda hastalarını bilgiyle donatırken, sigara içen kalp cerrahları gibi … Düşünüyorum; öylesine, Gülay’dan „Halkalı Şeker’i dinlerken. Kıbrıs’daki bir akşam konseri geliyor birden aklıma, yıllardan 2011, günlerden 13 Haziran, sırtımın güneşte yanışıyla beni Girne de beni doktora kavuştran amca oğlu, Gülabi geliyor gözlerimin önüne önüne. İki gündür beklediğim Taşucu geliyor aklıma, akılsızca … Feriibot seferleri ertelendi diyor, bir astsubay, birgün daha takılıyorum Silifke de gece festivaline, ve sıkıntıdan birkaç hediye alıyorum, kime vereceğimi bilmediğim halde bir sanat tarihi öğretmeninden, sabaha kadar sohbet ediyorum kendisiyle, „kızımın uykusu geldi, eve gitmeliyiz“ diyor isteksizce. Bütün hayatını üç saat içinde bana anlattığı gibi. Lefkoşe‘yi hatırlıyorum rüyalarımda, kavaklı kafeterya da bir kahve içme sevinciyle, sonra telefonlar, gelen telefonlar, sevindiriyor beni. Ama üzüyor lise son sınıf arkadaşım İskender’e yetişemenin üzüntüsüyle …

Sonra, Lefkoşe – Girne arası yamaçlarına inşa edilmiş lüks villa tipi evler, bu kadar mafya döküntüsü faşistin buralarda para aklayışları, yanlışlıkla girdiğim İngliz demekrasyon İngliz askeri bölgesi. Beni Türkçe uyarak nöbetçiye, burasını biz 1974 yılında, 2.500 can vererek aldık diyorum, ırkçılık yanım ateşlendiği için, bir astsubay üstçavuş geliyor, hiç beklemediğim bir kibarlıkla „burası İngliz Bölgesi“ diyor. Yani sözde vatan toprağında vatansız bir yavşak olarak hissederek hiddetleniyorum ve kardeşimin okuma yazması olmamasına rağmen ehliyetsiz, Kıbrıs da nasıl araba kullandığina tanıklık ediyorum kendime acıyarak. Etrafımda görkemli köşkler yok, saraylar yok, ben Frankfurt’dayım, ben Heidelbergde’yim, ben Mannheim’deyim, ben Freiburg’dayım, ben Zürih’deyim. Kuzenim geliyor ve alıyor beni, İŞviçre’yi ve Liçhtenstein’i gezelim diye. Ve sonundan sisten çıkıyorum, gece yerini sabahın kızıllığına bırakacak kıvama geliyor ve ben sessizce ve birdenbire yırtılan sisli düşüncelerimden arınarak Almanya – Hollanda arasında ki Klevee şehirinde buluyorum ağlarken. Çömçe restorantında içiyorum sarhiş olana kadar, içiyorum ve 18 gün kaldığım odanın sevimli balkonunda ağlıyorum. Gün ağarırken uzanıyorum, ama nafile, uykuyla pazarlığım cüppeli geveze Ahmet hoca denen züppenin sevimsizliği gibi sinirlendiriyor beni ve bedenimi. Kendimden aşağı doğru iniyorum, iki kıyımda da cennetsi bir masal evreni uyanıyor umutsuzluğa kurşun sıkan. Her şeyi anımsıyorum, bir çoçuğun temiz anıları gibi; küçük köyleri, ilk kaçış serüvenimi, köyden Çelik, tren istasyonuna kadar kaçarak saklanışımı. Oradan, gecenin saat sıfır-birotuzda trene binişimi, Haydarlı durağında bir saat kadar bekleyişımi. Küçük mezraları, köyleri, en küçük korulukları bile; ama şimdi öyle dinginim ki bende şaşıyorum bu duruma, kendimi anlayamıyorum artık; sanki Türkiye’den daha dün ayrılmış gibiyorum. Sadece Alman mezarlıklarının önünden geçerken kaygılanıyorum ve hemen aklıma Almanya’nın Darmstadt şehiri yakınlarında, bir yıl kadar kaldığım Alsbach köyü geliyor gözlerimin önüne, mezarlığa elli metre uzaklıkta olan odam, şarap üzümleriyle donatılmış Melibocus yamaçlarının bağlarıyla güzelleştiriyor yüreğimi. Mezarlara uzun uzun bakıyorum odamdan; ayakta duran mezar taşları, mezarları süsleyen envai tür çiçekler, gerçek çiçeklerle süslenmiş Alman mezarlığı, yaşarken çiçek verilmeyen anımsanmayan, ziyaret edilmeyen insanların mezarlarının bu kadar çiçeklerle süslenmiş olmasını abartılı buluyorum sebep aramadan. Analşılmaz bir sebepten dolayıtedirgin düşüncelerim arasında, uzaklaştığım kadar yakınlaştığım altın yaldızlı, zengin mezarlara ilişiyor gözlerim. Oysa kuşkusuz bir gerçek düşünce beliriyor zihnimde; hiç bilinmeyen hangi önemli/ önemsiz zatların buralarad sonsuz uykularının acısı beliyor içimde ve beni Almanya da, ilkez yemeğe götüren bir Besni- Arapkirli Süleyman Avcı geliyor gözlerimin önüne hatıralarımı kucaklarken. İşte görkemli binalar arasında yine Frankfurt, büyük gökdelenleri, Avrupa Merkez Bankası, yolcu gemilerinin dayandığı görkemsiz Römer Meydanı arkasında Main Nehiri’ne demirlemiş gemiler. Yüzünde güzümü gördüğüm Frankfurt am Main silüeti.
Çayır çekirgelerinin sararmış otlar arasında ki sevgi dalaşına tanıklık ediyor, bıldırcınların baharın keyifine rağmen isteksiz ötüşlerini, alasaksağanların, kargaların tarlaların üzerinden süzülüşlerine, sık sık kanat çırpınışlarına, bir güvercinin uçsuz bucaksız değilde sınırlı bu ovaya benzer düzlükte kuyruğunu indirerek olduğu yerde duruşu bana yine bir doğa harikasının gerçek muhteşemliğini haber veriyordu. Oysa çuha kuşu, bir baştankara kuşu gibi görünsede burada onu, baştankara kuşlarından ayıran uzun kuyruklarıyla grimsi ya da betimlemekte zorlandığım kahverengiye özgü bir toprak rengi tonuyla şehir merkezine belkide ikibuçuk kilometrelik bir yerde başka bir kuşla tanıştırıyordu. Uçup giden kızılsırtlı bir örmücek kuşunun belirsizliğine doğru iteliyordu güzel bir öğle öncesinde. Bense bugün yine iklim değişiliğinin bütün fauna ve florayı olumsuz yönde etkilediğine, biyolojik ve ekolojik dengelerin bozuluşuna tanıklı etmenin acı burukluğunu yaşıyordum, bu durumda kendimi de suçlular listesine alarak cezalandırıyordum yüreğimde kendimi potansiyel bir suçlu olarak gördüğüm için. Ve uzaklara çekiliyor içimde ki ses. Aylarca sessiz sedasız bir gölgede bulutları seyreden tembel düşünceler içinde yüzüp duruyorum. Geceleri gaipten rüyalar görmüyorum gerçeklerle uğraşmanın vermiş olduğu yorgunlukları sineme çekerken. Sokaklarda yürüdüğüm anlarda, çalıştığım insanların sorunları arasında kaybolurken yer yer de kendimi unutmanın gerçek mutluluğunu yaşıyorum. Bazen de aylarca ne halt edeceğini bilmeyen yaz tatili liselileri gibi gelip geçenleri süzmenin kalitesizliğini benimsiyorum nedensizce. Azalttığım not almalar, sesimin uzaklardan bana gelen yankılarını kara gövdeli dolma kalemlerimden bisinin yerinden yok gibi endişelendiriyor beni. Hazinesi mürekkep olan kalemlere ihtiyacın kalmayışına da üzülüyorum ve bazen zamanım olsa oturup sicim gibi sözcükleri defterlere döşeminin acı hayallerini kucaklıyorum içimden gelen derin sevgiyle. Sonra onu kaldırıp lamba ışığına tutarak mürekkebin maviliğinin vermiş olduğu rahatlayışımı mavinin psikolojik etkisine bırakarak rahatlıyorum. Ve kayboluyor içimde ki fırtınalar. Kalem hazinesinin dolu oluşu sevindiriyor bedenimde birikmiş hüzünlü, endişeli ve kederli anıları çöp sepetine doldururken. İşte tam o sırada bir yıldız kayması görüyorum gökyüzünün oval havzasında. Ve yine hulyaların koyununda bir gece çöküyor kendimle başbaşa kalan „ben’in“, bencil kavgasını verirken.
Saygılar ve mutluluğa benzeyen açık mavi gökyüzü eşğinde „gülen yüzlerle“ dolsun Kainat denen evimiz. İnsan olalım ve insan kalmayı deneyelim.

Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - 04.06.2025

Paylaş:
1 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Kendimle başbaşa kalan ben ıı Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Kendimle başbaşa kalan ben ıı yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Kendimle Başbaşa Kalan Ben II yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL