11
Yorum
43
Beğeni
0,0
Puan
582
Okunma
“Tavan” Üzerine Edebi ve Felsefi İnceleme
Fulya Once’nin “Tavan” adlı kısa anlatısı klasik olay örgüsüne dayanmayan, tüm varoluşu “bakış” düzeyine indirgeyen ve bedensel kısıtlılığı konu edinen çağdaş bir metindir.
Yazarın kalem dili minimal, biçimi sade, üslubu az cümleyle çok şey söyleme becerisine dayalıdır. Anlatısında görülen şiirsellik, ritmini tekrar ve duraksamalardan alır.
Metindeki duygusal gerilim sahnelerini birkaç basit cümleyle doğrudan ancak sarsıcı biçimde verir. Sözcükleri açıklamak yerine keserek durdurmayı, boşlukları da anlatının bir parçası kılmayı tercih eder. “Söyleyemiyorum...” “İsteyemiyorum...” gibi.
Alegori, metafor, imge, mecazı-ı mürsel, teşbih, teşhis, tezat ve benzeri edebi söz sanatlarının kullanımı anlatının sadeliğine rağmen yoğun duygusal ve düşünsel katman yaratır.
İç monolog ve bilinç akışı tekniğiyle şekillenen metin; anlatıcının çatışmalarını, pişmanlıklarını ve duygusal donukluğunu derinlemesine yansıtırken, aynı zamanda modern bireyin yabancılaşma ve yalnızlığına da felsefi ve edebi bir alan açar.
Fiziksel anlamda dar bir mekâna ve sınırlı bir zamana odaklanan anlatının merkezinde gözlerini tavandan ayırmayan felçli baba yer alır. Anlatıda en güçlü metafor tavandır.
Metinde sıklıkla geçen “Baktım, bakıyorum, aynı yerden bakıyorum, hiçbir şey yapmadan bakıyorum, ben hep baktım,” benzeri ifadeler varoluşun edilgenliğini ve zamanın ağırlığını özetler.
Bu durum Heidegger’in Dasein kavramıyla ilişkilendirilebilir. Bireyin zaman içinde kendi varlığına yönelme imkânı yoktur zira bu yönelme için eyleme geçmesi gerekir. Oysa anlatıcı, yalnızca “bakmaktadır.” Her bakış, her sessizlik, her temassızlık eksikliğe dair güçlü bir anlam taşır. Yine anlatıcının düşünsel sesinden işittiğimiz şu cümleler “Alışmışlar insanlar belki de hissetmeden, hissettirmeden dokunmaya...” Heidegger’in diğer bir temel kavramı olan varlığın unutuluşu ile de örtüşür. Modern birey artık varlığı sorgulamaz; mekanikleşmiş ve duygudan yalıtılmış olarak, var olan şeylerle (eşyalarla, görevlerle, rollerle) ilgilenir.
Anlatıcının oğul karakteriyle kurulan ilişkisi, anlatının temel çatışmalarından ve duygusal eksenlerinden birini oluşturur. Geçmişte oğul figürüyle kurulmuş fiziksel ve sevgi dolu yakınlık hatırlanır. Şimdiki zamanda ise bu bağın; evrak imzalayan, bedeni sağa sola çeviren, battaniye örten ve tülü aralayan erkek karakterine dönüşmesi dikkat çeker. Buradaki oğul sözcüğünün, erkek sözcüğüne evrilmesi yalnızca dilsel bir tercih değildir. Duygusal uzaklığın, içe çekilmenin, silikleşmenin, yabancılaşmanın da dışa vurumudur.
Anlatıda ışık ve karanlık, sıcak ve soğuk gibi karşıtlıklar, derin metaforik anlamlar kazanır. Erkek olanın tülü aralamasıyla içeriye dolan ışık, anlık bir aydınlanma ve geçici bir varoluşu simgeler. Benzer biçimde, erkek olanın babasının üzerine örttüğü battaniye fiziksel bir sıcaklık göstergesi gibi görünse de anlatıcının şu sözleri bu jestin duygusal karşılıksızlığını açığa çıkarır: “Bilmiyor, ne kadar örterse örtsün hiçbir zaman geçmeyecek ayazlığım.”
Sevginin; yerini işlevselliğe bıraktığı, duygusal bağların görev bilinciyle yer değiştirdiği baba-oğul ilişkilerinin anlatıldığı satırlar Sartre’ın “sahicilik yitimi” kavramını ve Zygmunt Bauman’ın “alışılmış yüzeysellik” eleştirisini andırır.
Anlatının arka planında ataerkil bir sistemin ve toplumsal rollerin sessizce işlediğini hissederiz. Yan karakterlerden biri olan bakıcı kadın, anlatıcının yaşamına bazı bazı girmekte, erkek olanın ve kendisiyle aynı yüzükten takan eşinin işlerini kolaylaştırmaktadır.
Kadın.
Adı kadın.
Öyle tanımlıyorlar onu.
Kadın geldi, kadın gelecek, kadın gitti.
Kendi öznel varoluşundan yoksun bırakılan hasta bakıcı için kullanılan bu cümleler feminist kuram bağlamında Simone de Beauvoir’ın “Kadın, öteki olarak tanımlanır,” tespitini hatırlatır.
Kadının hareketleri mekaniktir; dokunuşları, konuşmaları anlatıcıya nüfuz etmez. Şefkat ya da eşlik kaynağı değildir. Varlığı, yalnızca bir “işlev” üzerinden tanımlanır.
Anlatının en çarpıcı sahnelerden biri, bakıcı kadının çantasını önce hasta yatağına bırakması, erkek olanla hasta odasında yapılan bakım ücreti pazarlığı, parayı aldıktan sonra çantasını yeni yerine yani -yere- indirmesi ve erkek olanın araladığı tülün üzerine perdeyi çekerek hastayı karanlıkta bırakmasıdır.
Bu sahne, bakım emeğinin maddi zeminini gözler önüne sererken aynı zamanda bakıcıyı bir kapanışın, loşluğun, yalnızlığın simgesel sebebi haline getirir.
Çanta burada bir nesne olmaktan çıkar; bireyin kendi üzerindeki söz hakkını yitirmesinin, özneliğinin sönümlenmesinin sembolü hâline gelir. Benzer şekilde anlatıcının üçüncü paragrafta kendisini “siyah muşamba içinde yuvarlanarak ruhsuz bir eşya gibi” taşınan bir varlık olarak tanımlaması da bedenine ve varlığına yabancılaşmasının en çarpıcı örneklerinden biridir. Artık özne değildir; taşınan, yerleştirilen, başkalarının iradesine teslim olmuş bir “şey”e dönüşmüştür.
Felçli adam konuşamaz durumdadır. Bu sessizlik, nesneleşmiş hasta bedeni üzerinden toplumsal görünmezliği de Tavan’a yansıtır. Tavan’da izlediğimiz bu tanıklık, edebiyatta nadir rastlanan yoğunlukta bir edilgenliğin anlatısıdır.
EbRuAsya//
not: Fulya Once’nin Tavan adlı anlatısı Bila Yayınlarından çıkan Hep Beraber dergisinin ilk sayısında 36-37. sayfalarda yer almaktadır.