0
Yorum
1
Beğeni
5,0
Puan
78
Okunma
Bir gün bir sandal buldum, göl kenarında değil, bir kitap sayfasının arasında.
Üzerine oturmuş bir adam vardı, gözleri harflerden yapılmış, yüzü zamandan örülmüş.
Sustuk birbirimize.
Çünkü bazı sessizlikler konuşur,
Bazı insanlar da harflerle yorgundur.
Ben o gün dünyadan düştüm.
Yani yere değil, içime.
İnsan bazen göğe bakarken düşer kendine.
Ve o düşüş uzun sürer;
Küçüklüğüne, ilk göz yaşına, en son inandığı yalana kadar uzanır.
Sandalın içinde dünya vardı.
Güneş, bir çocuğun sarı boya kalemiyle çizdiği kadar sıcak.
Ay, annesini bekleyen bir kız çocuğunun gözyaşı kadar solgun.
Ve yıldızlar...
Birinin duaları, bir başkasının pişmanlığı.
Adam konuşmadı.
Ama elinde tuttuğu kâğıtların arasından bir kelime düştü: "Beklemek."
Beklemek dedim kendi kendime…
Kimi?
Bir treni mi?
Bir kadını mı?
Yoksa gelmeyecek bir sabahı mı?
Sanki her şey gelmek için söz verip dönmemiş gibiydi.
Kapılar çalmadı.
Telefonlar sessizdi.
Ve posta kutusu, sadece fatura taşıyordu artık.
Hiçbir zarfta "özledim" yazmıyordu.
Gözlerimi kapattım.
Çünkü insan gözlerini kapatınca dünyaya değil, içindeki o eski eve döner.
Tahta kokar duvarlar.
Ve bir yerlerde radyodan Münir Nurettin Taşçı ses verir:
“Geçsin günler, haftalar…”
Geçti.
Haftalar, aylar, ömrüm.
Ama o sandal aynı yerdeydi.
Hâlâ içinde suskun bir adamla.
Sonra fark ettim;
O adam bendim.
Ve elinde tuttuğu kelime, benden kalmaydı.
“Beklemek”
Bir ömürlük işmiş.
Ama beklediğin gelmeyecekse,
O bekleyiş, bir dua değil,
Bir mezar taşı olurmuş.
Sandal usulca uzaklaştı kitap sayfasından.
Nehir, cümlelerden yapılmıştı.
Ben son satırda kaldım:
“Bazı insanlar yaşarken unutulur, bazılarıysa beklerken gömülür.”
5.0
100% (1)