0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
58
Okunma
Kur’an, insanın tüm düşünce alanlarını kapsayan ilahi bir rehberdir. İnsan psikolojisinden siyasete, biyolojiden astronomiye kadar hayatın her alanında temel ilkeler sunar ve insana doğru yolu gösterir. Zümer Suresi’nin 27. ayeti, “Şüphesiz ki biz bu Kur’an’da insanlara her örneği verdik. Umulur ki öğüt alırlar.” ifadesiyle bu rehberliğin düşünme ekseninde gerçekleşmesi gerektiğini açıkça ortaya koyar. Kur’an, insanlara öğüt verirken aynı zamanda düşünmeyi öğreten bir kitaptır. Ancak düşünmek için önce anlamak gerekir, çünkü insan ancak anladığı kelimelerle düşünce üretebilir. Kur’an ayetleri, Nebimiz Muhammed’e insanlara rehberlik etmesi ve onları düşünmeye sevk etmesi amacıyla vahyedilmiştir. Buradan hareketle, Kur’an’ı sadece okumak değil, anlamak ve üzerine düşünmek esas olmalıdır. İnsan, anlamını bilmediği kelimelerle düşünemez; bu kelimeler düşünce dünyasını aydınlatmaz. Bu nedenle, Kur’an ile temasımızda, ayetlerin derin anlamlarını kavramak ve bu anlamlar üzerinde düşünmek bunun içinde meal okumak bir zorunluluktur. Tarih boyunca kendilerini âlim, evliya veya mürşid olarak tanıtan birçok kişi, insanları Kur’an ayetleriyle eğitmek yerine, çoğunlukla kendi yorumlarını veya geleneksel anlayışları ön plana koymuştur. Bu durum, Kur’an’ın vahyettiği İslam ile toplumlarda yaygın olan İslam anlayışı arasında büyük bir uçurumun oluşmasına neden olmuştur. Kur’an’a göre, bir kişi ancak düşünmeyi öğreterek ve ayetlerin anlamını derinlemesine açıklayarak gerçek bir âlim veya mürşid olabilir. Ancak ne yazık ki, bu ilahi gerekliliği göz ardı eden birçok kişi, insanları geleneksel yorumlarla yönlendirmiş ve Kur’an merkezli bir düşünce sistemini yaygınlaştırmayı ihmal etmiştir. Kur’an, mümini düşünen bir varlık olarak tanımlar. Düşünmek, Kur’an’ın öğrettiği temel bir ibadet biçimidir. Ancak, düşünmeyen bir kişi, ne kadar âlim veya evliya olarak görülürse görülsün, aslında şirk içerisindedir. Kur’an üzerinde düşünmek, sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda toplumu ıslah etmenin de anahtarıdır. Düşünmeyen bir toplum, Kur’an’ın gerçek mesajını kavrayamaz ve zamanla hurafelerle dolu bir dine dönüşebilir. Bu durum, geçmişte olduğu gibi günümüzde de İslam toplumlarında sıkça görülen bir sorundur. Mümin, tarihe, şahsiyetlere, olaylara ve kavramlara Kur’an perspektifinden bakmalıdır. Geleneksel anlayışlar, bir mümini kör bir takipçiye dönüştürebilir. Ancak mümin, Allah’ı yüceltmeyi ve ayetler üzerinde düşünerek hayatını şekillendirmeyi ilke edinir. Bu noktada, geçmişi yüceltmek yerine, Kur’an’dan süzülmüş bir bakış açısıyla olayları değerlendirmek, müminin en önemli sorumluluğudur. Kur’an, insanları düşünmeye ve sorgulamaya davet eder. Mümin, sadece Kur’an’ı okuyarak değil, onun üzerinde düşünerek gerçek bir iman sahibi olabilir. Gelenekçiliğin dar kalıplarından sıyrılarak, Kur’an’ın rehberliğinde bir yaşam sürmek, şirkten kurtulmanın ve hakiki imana ulaşmanın yoludur. Kur’an, insanlara düşünmeyi, sorgulamayı ve hayatlarını bu ilahi rehberlik doğrultusunda şekillendirmeyi öğretir. Mümin, Allah’ın kitabına sadık bir şekilde, geleneklerin ötesine geçerek, Kur’an merkezli bir hayat yaşamalıdır. Çünkü mümin, düşünmeyene değil, düşünen ve düşündüren bir insana denir. İnsan, Allah tarafından akıl ve vicdan gibi eşsiz yetilerle donatılmış bir varlıktır. Kur’an, bu yetilerin kullanımını teşvik ederek bireyi düşünmeye, araştırmaya, sorgulamaya ve adaleti gözetmeye yönlendirir. Ancak tarih boyunca dinî, siyasi ve kültürel otoriteler bu sorgulama gücünü bastırarak bireyleri sorgusuz itaate zorlamış, bu da hakikatin üzerinin örtülmesine, bireysel sorumluluk bilincinin yok olmasına ve sistematik zulümlerin kalıcı hale gelmesine neden olmuştur. Kur’an’da defalarca geçen “Hiç akletmez misiniz?” “Düşünmez misiniz?” “Öğüt almaz mısınız?” gibi ifadeler, insanın aklını kullanma yükümlülüğünü açıkça ortaya koyar. Bu yükümlülük, bireyin her bilgiyi, her geleneği, her otoriteyi sorgulamasını gerektirir. Zira Allah’ın dışında hiçbir söz mutlak doğru değildir. Bu yüzden Allah’ın sözünü içeren tek kaynak olan vahiy, yani Kur’an dışındaki tüm söz ve anlayışlar sorgulanmalıdır. Sorgusuz itaat; bireyin aklını, vicdanını ve muhakeme yeteneğini askıya almasına neden olur. Bu durum kişisel sorumluluk bilincini zayıflatır. Özellikle hadis kültürünü tartışmasız kabul eden gruplarda bu zihinsel pasifleşmenin yaygın olduğu görülmektedir. Uydurma hadislerin dine sokulabilmesinin en büyük sebebi bu sorgusuz kabul anlayışıdır. Recm gibi Kur’an’a açıkça aykırı hükümler, bu anlayışla İslam’a mal edilmiştir. Oysa Kur’an’da böyle bir ceza yoktur. Bu tür uydurmalar, dini bir zulüm aracına dönüştürmüştür. Hadisleri ve mezhebi görüşleri mutlak doğru kabul eden anlayış, zamanla otoriteleri ilahlaştırma eğilimine girer. Bu kişiler, Buhari, Müslim veya mezhep imamlarını hatadan münezzeh görerek, onları eleştirenleri dışlamaktadır. Hatta bazı tarikat önderleri, özellikle Abdulkadir Geylani gibi isimler putlaştırılmış; onların sözleri, Kur’an’ın önüne geçirilmiş ve darda kalınca yardıma çağrılmışlardır. Bu anlayış, Allah’a şirk koşmanın en açık formlarından biridir. Kur’an ise dini sadece Allah’a özgülemeyi emreder. Sorgulama; insanın akıl yürütmesini, bilgiye ulaşmasını, adaleti savunmasını ve birey olma bilincini korur. Sorgulayan birey, zalimce emirlere ya da batıl geleneklere karşı durur. Sorgulayan insan, hakikate ulaşmak için çabalar, taklit değil tahkik ile hareket eder. Aksi halde kişi, “emir böyle” diyerek zalimce uygulamaları onaylar, fiili olmasa da zulmün destekçisi olur. Bu tür pasiflik, tarih boyunca işlenen büyük zulümlerin en temel sebebi olmuştur. Kur’an’ın önerdiği ideal duruş, sorgulama ile tevekkül arasındaki dengeyi kurabilmektir. Tevekkül, sebepleri terk etmek değil, sebepleri değerlendirdikten sonra sonucu Allah’a havale etmektir. Bu anlamda sorgulama ve tevekkül, birbirinin zıttı değil tamamlayıcısıdır. Akleden, araştıran, doğruyu bulmaya çalışan bir kul, kendi gücünün sınırlılığını bilerek neticeyi Allah’a bırakır. Körü körüne inanç değil, bilinçli iman; taklit değil, tahkik; baskı değil, özgür düşünce; taassup değil, adalet; gelenek değil, vahiy esastır. Sorgulamayan bireyler ne gelişebilir ne de adaletin savunucusu olabilir. Sorgulama ise sadece hakikate ulaşmanın değil, aynı zamanda zulmü reddetmenin, hür düşüncenin, ahlakın ve gerçek tevekkülün anahtarıdır. Bu nedenle insan, kendisinden sorgusuz itaat isteyen her otoriteden şeytandan kaçar gibi kaçmalıdır. Çünkü hakikat, sadece Allah’a ait olandır. Ve O, hakikati bize kitaplarında apaçık bir şekilde bildirmiştir. Kulların sözü değil, yalnız Allah’ın sözü esas alınmalıdır.