5
Yorum
13
Beğeni
0,0
Puan
130
Okunma
Son yıllarda yaşanan olaylar, insanlık kavramını yeniden düşünmemizi zorunlu kılıyor. Savaşlar, göçler, açlık, işkenceler, ölümler, sessizlikler... Hepsi bir arada yaşanıyor ve çoğu zaman bunlara alışıyor muşuz gibi davranıyoruz. Artık bir çocuğun cansız bedenini kıyıya vuran bir haber, birkaç saniyelik bir izlenme süresine indirgeniyor. Bir annenin feryadı, bir ekran sesi olarak geçip gidiyor. Bir hayvanın sokakta can vermesi sadece bir paylaşım konusu oluyor. Oysa yaşananlar, sıradanlaşacak türden şeyler değil.
İnsan, bu kadar büyük bir kötülüğü nasıl taşıyabiliyor? Daha da önemlisi, bu kötülüğe nasıl alışabiliyor? Belki de en korkunç olanı da olanlara alışmak. İnsan artık olan bitene tepki vermiyor, çünkü olan biten çok fazla, çok yaygın ve çok karmaşık. Ama işte tam da bu noktada başlıyor çürüme. İnsanın çürümesi, bedenle değil, ruhla başlar. Görüp susmak, bilip susmak ya da susturmak, yaşanırken izlemek kayıtsız kalmak işte bunlar insanın içindeki en temel değerleri aşındırır. Bir süre sonra insanlar sadece hayatta kalmayı yeterli sayar hale gelir. Böylece vicdan ikinci plana düşer.
Bazıları ise hala merhametten söz ediyor sözde barışı savunduklarını söylüyorlar. Fakat söyledikleriyle yaptıkları hiçte birbirini tutmuyor. Ellerindeki yetkiyi, güçlerini ya da inandıkları şeyleri kullanarak başkalarının hayatına doğrudan zarar veriyorlar hemen ardından da büyük bir yüzsüzlükle bunu haklı göstermeye çalışabiliyorlar. Savaşlar gerekli, ölümler kaçınılmaz, mağdurlar sorunlu ilan ediliyor. Bu durum, sadece bireylerin değil, toplumların da büyük bir vicdan yitimi yaşadığını gösteriyor.
Yaşadığımız zaman dilimi içinde inanç ne yazık ki en çok istismar edilen kavramlardan biri haline geldi. Her şeyin ardına bir dini gerekçe yerleştirilmesi, yaşanan trajedileri daha da ağırlaştırıyor. Oysa hiçbir kutsal değer, çocukların ölmesini, kadınların ezilmesini, doğanın bozulmasını, hayvanların işkence görmesini savunmaz. Dinler, insanlığın onurunu korumak için vardır. Ama çoğu zaman bu temel gerçeklik çarpıtılıyor ve kutsal kavramlar kötülüğün kılıfı haline getiriliyor.
Bir diğer mesele de suçun ortaklığı. Artık kimse masum değil gibi görünüyor. Çünkü kötülük sadece onu yapanla sınırlı kalmıyor; görüp susan, duyup sessiz kalan herkes bu suçun bir parçası oluyor. Suçluyu tanımak artık öyle pekte kolay değil. Çoğu zaman suç, bürokratik bir dilin, yumuşak bir üslubun ardına gizleniyor olsa da sonuç hiç değişmiyor yine insanlar ölüyor, yine umutlar yok oluyor, dünya yine yaşanmaz hale geliyor.
Bugün suyun bile koktuğunu söylüyoruz. çünkü içilemeyecek hale gelen şey sadece su değil, hayatın ta kendisi. Yaşamak, giderek daha ağır bir yüke dönüşüyor ve özellikle de mazlumlar, yersiz kalanlar, vatansız bırakılanlar için. Hangi sebeple olursa olsun, hiçbir çocuk ölmeyi hak etmez. Hiçbir kadın bu kadar yalnız kalmamalı. Doğa, oradaki yaşayan hayvanlar, sessiz varlıklar... onlar da bu kargaşanın ortasında yok ediliyor ve çoğu zaman kimse dönüp onlara bakmıyor bile.
Bu yazıyı bir çağrı gibi görmek mümkün değil belki de, çünkü artık çağrılar da duyulmuyor. Ama en azından bu yazı, bir tanıklık olabilir. Yaşananları, suskunlukla değil kelimeyle kayda geçirmek, belki de bugünün en sessiz ama en net itirazı olmalıdır.
Ve eğer bir şeyin değişmesi isteniyorsa, en başta kötülüğün bu kadar sıradanlaştırılmasına son verilmelidir.
Kötülük bitmiyor olabilir, ama sessizlik bitebilir.
İşte o zaman belki, çok geç olmadan, yeniden insan olabiliriz.
*
Mehmet Demir
2725