9
Yorum
13
Beğeni
0,0
Puan
229
Okunma
______
Güneş, iğde ağacının altına gölge düşürüyordu.
Baharda çiçeklenmişti dallar.
Ama o ağacın altında çocuk sesi değil, suskunluk vardı.
Bir tür utanma… Bir tür gizli sancı.
Zümrüt, on dokuz yaşında, köyün güzeli.
İğde gibi narin ama içine bıçak gibi batmış bir sırla yaşıyordu.
Bir yaz akşamı…
Düğünden dönerken teyzesiyle yolda kalmıştı.
Köyün saygın adamlarından biri, traktörle önlerinden geçti.
“Bindireyim” dedi.
Teyzesi yaşlıydı, o da yorgundu.
Bindi.
Ama teyzesi evine bırakıldığında Zümrüt’ü ormanda yalnız bıraktı o adam.
O gece Zümrüt konuşmadı.
Çünkü o adam muhtarın oğluydu.
Köyün imamı onun dayısıydı.
Babası “kimseye laf getirme” diye kızardı.
Aylar sonra Zümrüt hamile olduğunu fark ettiğinde, annesi saçını yoldu.
Babası tırpanla ahıra girdi, öküzü döver gibi yere vurdu her şeyi.
Sonra "elimizde patlamasın" deyip onu şehirde bir akrabanın yanına gönderip “hizmete” verdiler.
Arda orada doğdu.
Zümrüt, oğluna ad koyarken, “ışığı arayan” anlamını seçti. Çünkü yıllardır karanlıkta yürüyordu.
Yıllar geçti.
Köy unutmuş gibi yaptı.
O adam başka bir kızla evlendi.
Belediye başkanı oldu.
İki cami yaptırdı.
Üç kızı oldu.
Zümrüt ise köye döndüğünde “dulların evi”nin son odasına yerleşti.
Arda büyüdü.
Sorgulamadı ama içine sinmeyen bir şey vardı.
Köyde herkes “baban yokmuş gibi yaşa” diyordu.
Ama babası vardı.
Ve o da bu köyde yaşıyordu.
Zümrüt yıllarca sustu.
Sustum çünkü oğlum yaşasın dedi.
Ama artık oğlunun gözlerinde kendi suskunluğunu görüyordu.
Bir gün…
Tam da caminin yeni minaresine çan yerine hoparlör takıldığı gün…
Zümrüt, sabah ezanından sonra kalktı.
Sandalyeyi aldı.
Köy meydanına çekti.
İğde dallarıyla bezedi.
Üzerine kâğıdı iliştirdi:
“Ben Zümrüt.
Beni karanlığa gömen köy değil, sustuklarım oldu.
Bu çocuk, sizin sevdiğiniz imamın yeğeni, belediye başkanınızın oğludur.
Bu çocuk, ben sustum diye her gün kendini eksik bildi.
Ben artık sustukça onun geleceğini çaldığımı gördüm.
Sizin adamınız, benim çocuğumun yok sayılmasına sebep oldu.
Şimdi ben susmuyorum.
Çünkü oğlumun onuru, sizin rahatınızdan daha kıymetli.”
Köy sustu.
Kadınlar utandı önce.
Sonra biri geldi, eski bir defter getirdi.
Dedi ki:
“Ben de babasız doğdum. Ama annem sus diye beni susturdu.
Şimdi ben de kızımı okula yollarken içim titriyor.”
Bir sandalye daha kondu.
Bir mektup daha geldi.
Bir çocuk daha babasının kim olduğunu sordu.
Zümrüt devlete gitmedi.
Dava açmadı.
Ama yüzleşti.
Ve Arda…
Bir yıl sonra üniversiteye gittiğinde tezini şunun üzerine yazdı:
“Kırsalda Sessiz Suçlar ve Kadınların Toplumsal Yalnızlığı”
Ve ithaf kısmına şunu ekledi:
“Bu tez, bana sessizliği değil, doğruluğu miras bırakan anneme adanmıştır.”
Bu hikâyede gelen kasabadan olmadı.
Çünkü bazen en büyük zulüm, en yakınındakinden gelir.
Ve bazen “ayıp” diye örttüğün, en büyük günah olur.
Kadınlar bazen çığlık atmaz;
ama bir sandalye çekip sessizce oturduklarında, bir köyün çehresi değişir.
Gerçek güç, sandalyesini cesaretle çeken kadındadır.
Peri Feride ÖZBİLGE
14.06.2025