1
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
159
Okunma
Her şey bir tayin dilekçesine attığım o ıslak imzayla başladı. Mürekkebi kurumamış bir umuttu benimki. Gideceğim şehir, benim için coğrafi bir konum değil, kutsal bir kalbe yapılan bir yolculuktu. Çünkü o şehir, senin nefes alıp verdiğin yerdi. Aramızdaki o ani ve acımasız sessizlik duvarını, aynı göğün altında durarak yıkabileceğime inanmıştım. Ne kadar saftım. Bir şehir, sevdiğin birini yutacak kadar ne kadar büyük olabilirdi ki? Meğer bir şehir, bir insanı saklamak için koca bir evrene dönüşebilirmiş.
İlk yılım, kör bir iyimserliğin kanatları altında geçti. Her köşe başında sen çıkacakmışsın gibi bir beklentiyle yürüyordum. Girdiğim her kafede, gözlerim önce boş masaları değil, tanıdık bir silüeti arıyordu. Otobüs duraklarında beklerken, inen her yolcunun yüzünde senin çehreni aradım. Bu şehir, milyonlarca yabancı yüzden oluşmuş dev bir yapbozdu ve ben, eksik olan tek parçayı, seni arıyordum.
İkinci ve üçüncü yıllar, umudun yerini bir tür avcılık saplantısına bıraktığı zamanlardı. Artık sadece bakmıyor, iz sürüyordum. Senin sevebileceğin türden filmlerin oynadığı sinemaların çıkışında saatlerce bekledim. Eski kitap kokan sahaf dükkânlarının loş koridorlarında, sanki bir kitabın arasında unutulmuş bir mektup gibi seni bulacağımı hayal ettim. Şehrin tüm parklarını, bahçelerini adımladım. Belki bir bankta oturmuş, denizi izliyorsundur diye saatlerce sahil şeritlerini arşınladım. Rüzgârda saçları seninkine benzeyen her kadının peşine bir gölge gibi takıldım. Kalbim göğüs kafesimi parçalarcasına atarken, omuzuna dokunmak için elimi uzattığımda dönen yüzün bir yabancıya ait olduğunu gördüğüm anlar... İşte o anlar, zamanın durduğu, şehrin tüm gürültüsünün uğultuya dönüştüğü ve benim kaldırım kenarına çöküp, kimseye göstermeden, sessizce ağladığım anlardı. Gözyaşlarım, bu şehrin asfaltına karışan sayısız sırdan biri oldu.
Dördüncü, beşinci, altıncı yıl... Arayışım, hayatımın ritüeli haline gelmişti. Sabahları işe giderken kullandığım yolları bile "bugün onu burada görebilir miyim?" ihtimaline göre seçiyordum. Şehrin hafızasını kazımaya başladım. Hangi sokak sana daha çok yakışırdı? Hangi evin penceresinden bakıyor olabilirdin? O cumbalı, sardunyalı ev miydi seninki? Yoksa o modern, geniş pencereli apartman dairesi mi? Senin geçtiğin kaldırımları, alışveriş yaptığın dükkânları, oturduğun o küçük mahalleyi zihnimde bir harita gibi çizdim. Hiç görmediğim evinin kokusunu, hiç duymadığım odalarındaki sessizliği hayal ettim. Bazen bir fırının önünden geçerken sıcak ekmek kokusuna karışan bir parfüm kokusu duyar, donakalırdım. "Bu onun kokusu olabilir mi?" diye delicesine etrafıma bakınırdım. Bu şehirle aramda tuhaf bir bağ kurulmuştu; o senin zindancındı, bense o zindanın etrafında dolanıp duran bir mahkûm.
Yedinci yıl... Artık yorulmuştum. Aynadaki yansımam, tanıdığım o genç adamdan ne kadar da uzaklaşmıştı. Gözlerimin etrafındaki çizgiler, seni aradığım yolların haritası gibiydi. Umut, içimde titreyen zayıf bir muma dönmüştü. Ve ben, o mumun sönmemesi için ruhumla ona siper olmaktan bitap düşmüştüm. Hayat, kendi yolunu bulmuş, beni de kendi akıntısına katmıştı. Evlenmiştim. Dünyalar güzeli iki çocuğum olmuştu. Onlar benim limanımdı, fırtınalı denizimde sığındığım tek gerçeğimdi. Seni aramaktan vazgeçmiş miydim? Asla. Sadece arayışım, artık daha sessiz, daha derinden, bir iç sızısı gibi devam ediyordu.
Ve sonra... Sen beni buldun.
Tüm o arayışların, o koşturmacaların, o hayal kırıklıklarının tam zıddı bir şekilde oldu her şey. Bir pazar sabahı, çocuklarımla parkta oynarken, omzuma dokunan bir el ve o tanıdık, kalbimin ezbere bildiği ses: "Sen..."
O an, yedi yıl, yedi saniyeye sığdı. Zaman, bir akordeon gibi büzüldü ve sonra yeniden açıldı. Karşımdaydın. Aynı bakışlar, aynı gülüşün gölgesi... Ama hayat, en usta ressam gibi, ikimizin de portresine yeni ve acı dolu çizgiler eklemişti. Anlattın. Boşanmıştın. Ben sustum. Sol elimin dördüncü parmağındaki soğuk metal, söylenmemiş tüm kelimelerin en ağırıydı. İki çocuğumun kahkahaları, aramızda yankılanan en acımasız gerçekti.
Şimdi... Şimdi biliyorum. Hangi sokakta oturduğunu, hangi pencerenin senin odana ait olduğunu, hangi marketten alışveriş yaptığını biliyorum. Yedi yıl boyunca hayalini kurduğum her şey, artık bir sır değil. Ama bu bilgi, bir lütuf değil, bir lanet.
Çareler arıyorum, evet. Zihnimin labirentlerinde, yasak koridorlarda dolaşıyorum. Ama her yol, evimdeki o iki masum gülüşe, bana "baba" diyen o iki sese çarpıp geri dönüyor. Çare yok. Biz, aynı denize dökülen ama asla birbirine karışamayan iki ayrı nehir gibiyiz.
Artık arayışım şekil değiştirdi. Geceleri arabamla sessizce sokağından geçiyorum. Işığı yanan o pencereye bakıyorum. Oradasın. Belki bir kitap okuyor, belki bir fincan çay içiyorsun. Aynı şehrin havasını soluyoruz, aynı yağmurda ıslanıyoruz, ama aramızda dünyalar kadar bir mesafe var. Sana dokunmak, bir yıldızın ateşine dokunmak gibi imkânsız. Sana sarılmak, geçmişe gidip her şeyi değiştirmek kadar olanaksız.
Bu, benim aşkımın en olgun, en çaresiz ve en acı dolu hali. Seni bulmak için bir ömrün yedi yılını adadım. Şimdi ise bulmuş olmanın ağırlığıyla yaşıyorum. Yanımda olmana rağmen sana bu denli uzak olmak, varlığının cehenneminde yanmak gibi bir şey. Seni sevmek, artık gökyüzünü izlemek gibi. Büyüleyici, sonsuz, ama asla sahip olunamayacak. Ve ben, her gece o penceredeki ışığına bakıp, kendi karanlığımda seni sevmeye devam ediyorum.
5.0
100% (3)