0
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
322
Okunma

Başta anlamamıştım bu evdeki tuhaf havanın kaynağını. O görünmez sisleri ne yaratmıştı?.. Kendi hâlinde, başörtülü bu kadın neden yemek yapmıyordu mesela? Oysa tam da hamur açacak; baklavalar, börekler yapacak gibi bir duruşu vardı. Ama akşam olduğu halde bana mısın demiyor, ev halkından birileri eve geldiğinde “ne var yemekte” gibi bir soru sormaları ihtimalinin bir an olsun belirmesine fırsat vermeyecek bir kararlılıkla, pencerenin köşesindeki yerinden bir milim bile kıpırdamıyordu.
Çağın ‘modern, ayakları üzerine basan kadın’ kalıbının içinde kendine de yer vermek gibi bir derdi olmadığını gösteren o kadar çok emare vardı ki! Sadece başörtüsü, giyimi değil; konuşması, sözcüklerinden yansıyan hayata bakışı; teklifsiz, sevecen tavrı, yıpranmış elleri, her şeyi… geleneksel Anadolu kadını olmaktan hiç de bir şikayeti olmadığını gösteriyordu. Yani yemek yapmamayı çağdaş kadın olmanın bir ölçütü sayan çarpık bakışla en küçük bir ilgisi yoktu bu durumun.
Ama verdiği bu görüntüye uymayan bir yama gibi sırıtıp duruyordu yine de; evdekilerin midesine ilişkin bu duyarsız tavrı… Açlık denen şeyden bihaber görünümü; bu cefakar, sevecen kadının gizli kalan tarafları olduğunu ele veriyor, o görünmez sisleri dağıtma isteği doğuruyordu onunla konuşan insanda.
Arkadaşımın babaannesiydi… Az önce ikimize kahvaltılık bir şeyler hazırlamak üzere mutfağa gitmişti Sevgi. Okuldan gelmiştik… Onca saat bir lokma şey girmemiş midelerimiz açlıktan zil çalacaktı neredeyse.
“Babaannemlere gidelim” dediğinde mis gibi yemek kokularıyla karşılaşacağımızı sandığımdan; eve girdiğimizde arkadaşımın apar topar beni babaannesinin bulunduğu odaya sokup onunla tanıştırdıktan sonra “yiyecek bir şeyler hazırlayayım” diye mutfağa yönelmesi şaşkınlıktan dilimi yutmama neden olacaktı az kalsın.
Hayatımdaki tüm ‘ev hanımı’ olarak nitelendirilen kadınlar, en başta da annem; ev halkından insanları doyurmayı hayatlarının nefes almak kadar doğal bir parçası olarak gördüklerinden; hakkım olup da mahrum kaldığım bir şeyle karşı karşıyaymış gibi anlamsız bir tedirginlik içine girmiştim.
“Torununuz geldi, ‘aç mısın’ diye sormanız gerekmez miydi?!” diyecektim neredeyse. Tam bunları aklımdan geçirirken bir ara büfedeki bir fotoğrafa takıldı gözüm. Yirmili yaşların ortalarında genç bir adama ait… Gözleri bir tanıdıktı sanki…
“İşte hazırladım!” diye elinde tepsiyle odaya giren arkadaşımın gözlerine baktığımda anladım âşinâlığın kaynağını. “Babama benzetirler beni” demişti Sevgi O’ndan bahsederken, bir keresinde.
Fotoğraftaki de babasıydı muhtemelen.
O mutfaktayken babaannesiyle epey bir sohbet etmiştik. Mutfaktan çıkmayan, evin her işine koşan o hamarat kadınlarınkinden en küçük bir farkı yoktu konuşmasının. Tavşan kanı çay ve fırından yeni çıkmış böreğin kokusu sinmişti sözcüklerine…
Gerçekten o böreği fırına verdiği günlerde; camekanın gerisinden bakan o genç adam, yani oğlu henüz bir trafik kazasında vefat etmemişti muhtemelen… O zaman o hamarat, elinden her iş gelen kadını sadece konuşmasında ve tavırlarında değil, gerçekte de var ediyordu, şimdi benimle konuşan bu kadın.
Sevgi mutfaktayken Hacer Teyze’nin konuşmasına tek tük cümlelerle karşılık vermiştim… Kadıncağızı asılsız bir nedenden dolayı suçlayıp hükmünü vermiş, sohbetine katılmamakla da aklımca cezalandırmıştım onu. Torununa özen göstermeyen, rahatına düşkün, bencil bir kadın olarak yaftalayıp; o sızlayıp duran kalbini daha da acıtmış, ondan zerre kadar hoşlanmadığımı fısıldamıştım tüm varlığımla.
Nasıl unutabilmiştim; gideceğimiz evin sahibinin evlat acısı çeken, yaralı bir yüreğin sahibi olduğunu; Sevgi “babaanneme gidelim” dediğinde?!
Bana babasından birkaç kez bahsetmişti oysa! O öldüğünde henüz kundakta olduğundan, annesinin topu topu iki yıllık evli ve daha yeni çocuk sahibi olmuşken birdenbire eşini kaybetmesi yüzünden bunalıma girmesinden… Çocuğunu ihmal edip gezip tozmalarından, acısının üzerini örttüğü o umursamazlık kılıfından… Onun boşluğunu doldurmak için çırpınan; kardeş acısı yaşarken bir yandan da yeğenlerine kol kanat geren halalarından… Ve de içlerinde en çok acı çekeninden, bağrı yanık o anneden de bahsetmişti tabii… Babaannesinden yani…
“Neden ağlıyorsun kızım?” dedi Hacer Teyze, elime uzanarak. Bir bahçede yürürken sisler dağılmış da her şey apaçık ortaya çıkmış; ağaçlar, çiçekler birden belirivermiş gibi, uzun uzun baktım O’na… İlk kez şimdi görüyormuş gibi…
“Bana birini hatırlattınız da…” dedim, gözlerimi silerken… “Uzun zamandır görmediğim, çok özlediğim birini… Çocukken bir komşumuz vardı: Şevkiye Teyze… Çok güzel börek yapardı. Kokusu sinerdi tüm apartmana. Kapısından geçerken beni gördüğünde elime bir dilim tutuştururdu ille de. Sizinle konuşurken o günleri hatırladım nedense… Fırından yeni çıkmış o börek kokusunu…”
5.0
100% (2)