Para, gübre gibi etrafa yayılmazsa işe yaramaz. baco
Halil GÜLEL
Halil GÜLEL

ACIYI BAL EYLEDİK

Yorum

ACIYI BAL EYLEDİK

( 2 kişi )

0

Yorum

2

Beğeni

5,0

Puan

243

Okunma

ACIYI BAL EYLEDİK

ACIYI BAL EYLEDİK

ACIYI BAL ETTİM

İki yıldır süregelen sessiz bir fırtınanın içinden geçiyoruz. Adını koymaya korktuğumuz bir hastalık, dünyanın dört bir yanına aynı anda yayıldı. Gözle görülmez, elle tutulmaz bir düşman gibi çöktü üstümüze. Ailemizi, komşularımızı, dostlarımızı, tanımadığımız ama haberini aldığımız nice insanı bizden aldı. Ölümün soğuk yüzü artık her gün gözümüzün önünde, her an kulağımızda.
Bu hastalık öyle bir kuvvetle geldi ki, insanları birbirinden ayıran sınırları yerle bir etti. Zenginle fakiri, doğuluyla batılıyı, siyahla beyazı, inananla inanmayanı aynı korkuya, aynı kırılganlığa mahkûm etti. Birbirimizi dışladığımız, küçümsediğimiz, ayrımcılıkla böldüğümüz ne varsa; hepsi ölüm korkusunun önünde anlamını yitirdi.

İşte insan, çaresizlikle yüzleşince kardeşliğin özünü hatırlıyor. Fakat ne acıdır ki, bu birliktelik de geçici. Gün gelecek bu hastalık da geçecek. Acılar hafızadan silinecek. Ve insanlar yine eski huylarına dönecekler. Yine hor görmeler, yine ötekileştirmeler… Ta ki yeni bir tehlike gelip herkesi aynı acıyla eşitleyene dek.

Oysa bizler bu yaşananlardan ders almazsak, gerçek bir kurtuluşa ulaşamayız. Önce doğru bilgiyle yüzleşmeliyiz. Hurafeleri, cehaleti, dedikoduları bir kenara bırakmalıyız. Bilgi kirliliği, tıpkı çevre kirliliği gibi insanlığı zehirliyor. Herkes yalnızca kendi çıkarını düşündüğünde, insan insana düşman oluyor. İçindeki hırsı terbiye edemeyen, başkasının yaşam hakkına göz dikebiliyor.

Bu yüzden, sadece birey olarak değil, toplum olarak hatta bütün insanlık olarak birlikte hareket etmek zorundayız. Yoksa ne barış gelir ne de huzur…
Kezban abla mektubunda bana bir soru sormuş. Gözlerim dolarak okudum. “Bu acılarla nasıl yaşıyorsun?” diye sormuş. İzin verirseniz cevabımı burada paylaşmak isterim.

Haziran ayında nasip olursa 66 yaşına gireceğim. Tam 64 senedir ağrılarım var. Bedenimde 24 ameliyat izi taşıyorum. Bir yanım iyileşirken öbür yanım ağrımaya başlıyor. Hayatım acıyla yoğrulmuş bir hamur gibi. Ama…

Bu acıları bana kim verdi?

Allah.

Ve ben inanıyorum ki Allah kulunu sever. Bazen sınar. Sabretmemizi ister, başkalarına örnek olmamızı… İnancımla ve teslimiyetimle ayakta duruyorum. O’ndan gelen her şeye razıyım. Allah vardır gam yok.
I
Ağrıları düşünmüyorum bile. Aklımı, kalbimi başka şeylerle meşgul ediyorum. Yazıyorum, resim yapıyorum, şiir yazıp okuyorum. Güzellikleri arıyorum. Böylece acı geri çekiliyor sanki. Ruhum hafifliyor. Vücudum alışıyor, zaman geçiyor. Hem sabrım artıyor hem şükrüm.

Şunu da bilmenizi isterim; hayatta hiçbir şey benim istediğim gibi olmadı. Ama hiç gam etmedim. Çünkü biliyorum ki, her şey Allah’ın dediği gibi oluyor. Ve O’nun dediği, sabırla karşılandığında hep güzel oluyor.

Belki bu düşünceme kızacaksınız… Ama düşünün: Sevdiklerinizle sonlu bir hayatta mı olmak istersiniz, yoksa zaman ve mekânı aşan sonsuzlukta mı? İşte bütün mesele bu.

Bu dünya bir konak yeri sadece. Bir yolculuk. Her gelen gidiyor. Hiç kalıcı olanı gördünüz mü? Biz de gideceğiz. Gidenlere dua etmek, arkalarından ışıklı dualar göndermek varken; niye isyan, niye inat?
Yaşamak bir lütuftur. Her gün yeni bir armağan. Verilenle yetinip, inat etmeden, başkalarına da faydalı olmaya çalışarak yaşamak gerek. Çünkü bu dünyanın sevinci de kederi de, bir damla gözyaşı etmez ve gelip geçici…

Belki de acıyı bal eylemek budur. Zehir gibi geleni sabırla şifaya çevirmek. Allah’tan gelen her şeyi, sevinçle ya da hüzünle kabul edip, içinden güzellik çıkarabilmektir esas olan.

Ve ben tüm bunların ardından sadece şunu söyleyebiliyorum:

“Acıyı bal ettim.”

Artık zaman ilerlerken düşündüm.

“Kimi zaman hayat bir perde gibi ansızın kapanır. Ne aralanır ne de içinden dışarısı görünür.”

İlkbaharın ortalarındaydık. Münevver Hanım pencerenin önüne oturmuş, erik ağacının çiçeklenmesini izliyordu. O yıl bahar, bir türlü içini kıpırdatmamıştı. Oysa her Nisan, onun için yeniden dirilişti. Fakat bu kez sokaklar sessizdi. Çocuk sesleri yoktu, pazardan gelen sesler yoktu, hatta camiden bile artık ezan yalnızca cami içinde okunuyordu.

Televizyon hep açıktı evde. Ne zaman kapatsa, sanki yalnızlığı yüzüne çarpacak gibiydi. Ama açıkken de başka bir acı büyüyordu içinde. “Bir günde beş yüz ölüm… Binlerce vaka…” diyordu haber spikeri. Rakamlar uçuşuyordu ekranın köşesinde, ama onun gözleri çoktan nemlenmişti. Olayları yaşananları bir de Münevver hanımın gözüyle görüp bir de ondan dinleyelim. Artık konuşan ben değilim; komşum Münevver hanım hal diliyle meseleyi anlatacaktır.

Münevver hanım önce kocasını, rahmetli Kemal’i düşündü. O olsaydı, şimdi elini tutar,
“Korkma Münevver, bu da geçer. Her kışın bir baharı vardır,” derdi. Ama şimdi o ses yoktu. Ev, sadece saate benzer tik taklarla doluydu.

Oğluyla görüntülü konuşmuştu sabah. Torunları ekranda gülümseyince içi biraz ısınmıştı. Ama çocuklar soruyordu.

“Babaanne, neden okula gidemiyoruz?” “Babaanne, bu virüs ne zaman bitecek?”

Ne diyebilirdi ki? Görünmeyen bir düşmandı bu. Adını dahi tam söyleyemediği bu hastalık, yalnızca ciğerleri değil, insanların güven duygusunu da söküp atmıştı yerinden.

Kapı çalmıyordu artık. Komşularla karşılaşmak yasak gibiydi. Bir gün karşı dairedeki Emine Hanım hastaneye kaldırıldı. Ertesi gün acı haberi geldi. Sessiz sedasız bir cenaze oldu. Ne helva kavruldu, ne kalabalık oldu, ne de bir “başınız sağ olsun” sarılması…

Münevver Hanım o gün karar verdi:

“Bu hastalık sadece bedeni değil, kalpleri de vuruyor. Ama ben korkmayacağım. Ölüm, korkulacak değil; hazırlanılacak bir misafirdir.”

Salonun köşesinde duran sandalyeye bir defter bıraktı. Üzerine sade bir başlık attı:

“Acıyı Bal Ettim”

Çünkü niyeti, yaşadığı her günü, her hissi yazıya dökmekti. İçindeki yangını, kelimelerle söndürmek… Belki bir gün torunları okurdu da, hayatın sadece neşeden ibaret olmadığını anlardı.

Görünmeyen düşman, o gün onun kalbine dokundu. Ve o, bu dokunuşu, bir dua gibi sabra çevirmeye karar verdi.

“Fırtına çıktığında kim olduğun değil, nerede durduğun belli olur.”

Münevver Hanım, defterin ikinci sayfasını açtı. Elini başörtüsünün ucuyla sildi. Gözlüğünü düzeltti. Sonra yazmaya başladı:

“Ne garip dünya… Eskiden insanlar zengin mi, fakir mi, şehirli mi, köylü mü, doğulu mu, batılı mı diye bakarlardı birbirine. Şimdi herkes maskeli, herkes mesafeli. Kimse kimsenin cebini, dilini, derisini sormuyor artık. Çünkü hastalık ayırmıyor.”

Balkondan aşağıyı izledi. Mahallenin bakkalı Hasan, ihtiyarların evine poşetler bırakıyordu. O koca cüsseli, gür sesli adam ne zamandır başını öne eğmiş, usulca yürüyordu. Karşı binadaki Ayşe Hemşire’nin gözleri her zamankinden daha uykusuzdu. Sokağa çıkan temizlik işçileri, ellerinde dezenfektanla adım adım sokakları yıkıyordu. Birbirlerine yalnızca gözleriyle selam veriyorlardı. Artık her göz, başka bir gözde endişe arıyordu.
Bir keresinde torunu ekrandan,

“Babaanne, zenginler de mi hasta oluyor?” diye sormuştu.

O an ne diyeceğini bilememişti. Ama şimdi biliyordu.

“Evet yavrum,” dedi içinden. “Virüs kimseyi ayırmadı. Saraylarda oturan da, gecekonduyu paylaşan da aynı korkuya tutuldu. Aynı gemideyiz artık. Farkı fark etmeyen bir gemide…”

Evvelce hastalık sadece fakir ülkelerde, savaş bölgelerinde yaşanır sanılırdı. Ama şimdi Amerika’da da cenazeler vardı, Avrupa’da da, Afrika’da da. Zenginler bile hastane kapısında sıra bekliyordu. Münevver Hanım, haberlerde maskesiz gezen bir İngiliz bakanın da hastaneye kaldırıldığını görmüştü. İşte o zaman içinden geçen bir düşünce, kelime kelime dile geldi:

“Demek ki en büyük eşitleyici acıymış. Hepimizi insan yapan da o…”

Kalemini durdurdu. Bir süre düşündü.
Hayatta herkesin taşıdığı yük farklıydı belki. Ama şimdi yükler benzeşmişti. Ayrımcılık, kibir, üstünlük davası gibi kirli duygular yerini korkuya ve merhamete bırakmıştı. Kimse market kuyruğunda kim olduğuna bakmıyordu. Sıranın arkasında duran yaşlı bir amca, cebinden kolonya çıkarıp genç kıza uzatıyordu. Genç kız da amcaya “Geçin siz öne” diyordu.

Bu kısa anlar, Münevver Hanım’ın içini ısıtıyordu. Çünkü artık yeryüzünde başka bir ruh geziyordu: dayanışma…

“Bilgi, karanlığı aydınlatan kandildir. Ama kirli ellerle tutulursa, ışık da kirlenir.”

O gün yine penceresini araladı Münevver Hanım. Karşı balkondan Zarife Teyze seslendi:

“Münevver abla! Duydun mu, sarımsak ezmesi ile limon suyunu karıştırırsan virüs boğazımızda tutunamıyormuş!”

“Öyle mi?” dedi Münevver Hanım usulca. Ne onayladı ne de reddetti. Sadece başını eğdi.
Oysa sabah torunuyla konuşmuştu. Üniversiteye giden torunu:

“Babaanne, öyle her şeye inanma. Bilim insanı ne diyorsa onu dinle.” demişti.

“Bu hastalığı dua da durdurmaz, sarımsak da. Ama aklımızı kullanmak, hem dua gibidir hem de tedavi…”
Münevver Hanım’ın kafası karışıktı. Çünkü ortalık bilgiyle değil, dedikoduyla doluydu. Sosyal medyada her gün başka biri başka bir şey söylüyordu. Bir gün “Virüs laboratuvarda üretildi,” diyordu biri. Ertesi gün “İnsanlar fişleniyor,” diyorlardı. Ardından “Aşı kısır yapıyor,” diyenler… Herkes uzman kesilmişti.

“Ne garip,” dedi kendi kendine. “Eskiden cahil susardı. Şimdi konuşan, susanı cahil sayıyor.”

O gün öğleden sonra torunu görüntülü aradı.

“Babaanne, sana bir site göndereyim. Bilim kurulu üyeleri orada açıklıyor. Gerçek bilgi lazım bize. Sen de komşulara anlat. Onlar da öğrensin.”

Münevver Hanım not aldı. Sonra defterine döndü ve şunları yazdı:

“Bazen bilgi, zihin kadar vicdanla da ilgilidir. Doğru olanı bilmek, yetmez. Onu paylaşmak, savunmak gerekir. Yoksa susmak da bir nevi vebaldir.”

Kendisini bildi bileli bu dünyada bir şeyler kirleniyordu. Hava, su, toprak… Şimdi sıra insanda mıydı? Bilgi bile artık temiz değildi. Yalanla karışıyor, insanın zihnine zehir gibi sızıyordu.

Ama en kötüsü neydi biliyor musunuz.

“Bilgisizliğe inanan kalabalıklar…”

Münevver Hanım elini kalbine koydu.

“Ey kalbim,” dedi, “duyduğuna değil, tarttığına inan. Çünkü doğruluk yalnızca sözde değil, niyettedir.”

“İçindeki fırtına dinecekse, dışarıdaki yağmurdan korkma.”

Defterin yeni bir sayfası açıldı. Münevver Hanım, kalemi eline aldığında yüreğinin titrediğini hissetti. Günlerden perşembeydi. Eskiden komşularla birlikte pazara iner, tezgâhların arasından geçerken portakalın cezbeden rengini, taze nanenin serinliğini ve kendine has kokusunu içine çekerdi. Şimdi yalnızca hatıraları vardı. Ve bu hatıraların arasında bir yerde, sessizce büyüyen bir güç: sabır.
Bu bölümde artık dış dünyadan çok kendi içine döndü. Kalemiyle değil de kalbiyle yazıyordu sanki:

“Ey gönlüm,” dedi içinden, “şu geçip giden günlere bak. Kaç acı yaşadın. Kaç kere yıkıldın. Ama sonra her defasında, küllerinden yeniden kalktın. Meğer sabır, yeniden doğmanın adıdır.”

Camın önünde otururken içini bir burukluk kapladı. Kırk yıl aynı yastığa baş koyduğu eşi Kemal’i düşündü. Onun yokluğu zamanla geçmemişti, sadece içindeki yeri sessizce büyümüştü.

“Ey kalbim,” dedi, “gamı da taşı, nimeti de. Çünkü sabır, sadece katlanmak değil; içindeki sükuneti büyütmektir.”

O gün dua ederken elleri titremedi. Artık duasını ağlayarak etmiyordu. Gözleri dolsa da gönlü sakindi. Çünkü anlamıştı: Her gözyaşı biraz daha olgunlaştırıyor insanı. Her sabır, bir iç ışığı yakıyordu.

“Bu acı, bana Rabbimi daha yakın kıldı. Bu yalnızlık, beni kendime götürdü. Ve ben artık biliyorum ki: Her kul, önce kendini tanımalı. Kendini tanımayan, Rabbini de tanıyamaz.”

Kalem defterin ucunda durdu. Bu sefer yazmak yerine pencereyi açtı. Derin bir nefes aldı. İçeriye nisan güneşi doldu. Kuşlar ötüyordu. Ve kuşların sesi, ona bir şey fısıldadı sanki:

“Dünya fanidir ama gönül bâkidir. Yeter ki içine bakmayı öğren.”

“Bir mektup bazen yalnızlığa kardeş, sabra yoldaş olur.”

Münevver Hanım, sabah çayıyla birlikte defterini açtı. Bu defa sayfanın en üstüne büyük harflerle yazdı:

“Sevgili Kezban Ablacığım,”

Kalemi tuttuğu elinde yorgun bir titreme vardı ama içinden dökülecek kelimeler yorgun değildi. Çünkü bu, yıllardır bastırdığı duyguların kelimelere kavuşma anıydı.

“Bir çok ameliyat geçirdim. Dikiş izlerim, harita gibi vücudumda duruyor. Ama en önemlisi: Kalbimde sabır izleri var. Onlar görünmüyor ama en derin yaralar onlardır.”

Kezban’ın mektubundaki soruyu hatırladı:

“Bu kadar acıyla nasıl baş ediyorsun Münevver?”

Kalemi biraz daha bastırarak devam etti:

“Bu ağrıları, dertleri, sızıları veren kim? Allah. Allah kulunu çok seviyor. İsyan etmeden sabredip mükâfat kazansın diye bu sıkıntıları veriyor. Elbet zordur, kolay değil. Ama her sabır, sonunda bir ferahlıktır.
Ben bu acıları düşünmemeye çalışıyorum. Çünkü acıya ne kadar bakarsan, o kadar büyüyor. Ama resme bakarsan, şiire bakarsan, gökyüzüne, çiçeğe, bir çocuğun gözlerine bakarsan… İşte o zaman acı sessizleşiyor.”

Başını kaldırdı. Masanın üzerinde duran eski bir fotoğrafa baktı. Torunları küçücükken birlikte piknik yaptıkları günü hatırladı. O gün çok ağrısı vardı ama kimseye belli etmemişti. Çünkü mutluluğu yaşamak da sabırla mümkündü.
Devam etti:

“Hayatta hiçbir şey benim istediğim gibi olmadı. Ama ben asla gam etmedim. Çünkü öğrendim ki: Bu dünya, bizim arzu ettiğimiz gibi dönmüyor. Yalnızca Allah’ın muradı gerçekleşiyor. Ve O ne yaparsa, güzeldir.”

Belki bu sözüme alınan olur ama sorarım sana Kezban abla:

“Sonlu bir hayatta mı sevdiklerinle beraber olmak istersin? Yoksa zamanın durduğu, ayrılığın olmadığı, sonsuz bir hayatta mı?”

Gözleri doldu. Ama bu gözyaşları isyan değil, teslimiyet taşıyordu.

“Bu dünya, bir Yol Geçen Hanı. Her gelen gidiyor. Kazık çakan yok. Gün gelecek biz de gideceğiz. O yüzden gidenlere kızmak yerine, arkalarından güzel dualar göndermek gerek. Hayat ne gamla, ne de neşeyle ölçülür. Hayat, imanla ve merhametle yaşanırsa anlam bulur. Bu yüzden ben… Acıyı bal ettim Kezban abla. Rabbimin bana öğrettiği sabırla, Onun gösterdiği güzellikle…”

Mektubun altına ismimi değil, bir dua yazdım:

“Rabbim! Bize acıyı öğret, ama sabrıyla birlikte… ve özellikle de kendinden başka hiç kimseye muhtaç etme!”

“Gözyaşı bazen yas değil, kalbin secdesidir.”

İkindi güneşi pencereye vururken, Münevver Hanım elini dizine koydu. Bu hafif ağrılar artık ona tanıdık bir misafir gibiydi. Canını yakan bir sancı değil, sessizce eşlik eden bir öğütçü gibiydi.

Bugün içinde başka bir sızı vardı. Sessizce yitip giden dostlarının, komşularının adını anmıştı sabah duasında. Önce Emine Hanım, sonra camide hep aynı safta durduğu Mümtaz Bey… Birer birer gitmişlerdi. Ne bir vedalaşma, ne bir helalleşme olmuştu. Virüs, insanları sadece canından değil, veda hakkından da ediyordu.

Defterini açtı. Bu kez yazmadan önce uzun uzun düşündü. Sonra yavaşça satırları döküldü:

“Ölüm aslında çok yakınmış. Biz uzağa koymuşuz. ‘Yaşlılar ölür’ derdik, ama şimdi gençler de gidiyor. Sıra yok. Sıra, Allah’ın takdirinde. Bir damla gözyaşı akıyor bazen, içten içe. Kimse görmüyor. Ama o damla, nice duayı içinde taşıyor.”

Münevver Hanım, ölüm karşısında isyan edenleri de düşünüyordu.

“Neden bizim başımıza geldi?” İ

“Bu kadar erken miydi?”

“Bu nasıl adalet?”

Oysa o, uzun zamandır ölümle konuşmayı öğrenmişti. Eşi Kemal’in ardından, ilk acısı tazeyken, bir gece sabaha kadar dua edip şunu söylemişti:

“Rabbim, alan da Sensin, kalan da. O zaman niye isyan edeyim ki?”

O gün bugündür sabah dualarında hep bir şey isterdi:

“Beni de onlara güzel bir dua ile yollasınlar ya Rabbi. Unutulmadan ama yük olmadan…”

Başını defterden kaldırdı. Gözlüğünü çıkarıp gözlerini sildi. Sonra masadaki eski bir mektubu açtı. Kemal’in ona yazdığı, 1983 tarihli bir mektuptu. İçinde şöyle diyordu:

“Münevver’im, bir gün bu dünyadan gidersem, ağlama olur mu? Bana dua et. Ben seni seyrederim oradan. Yüzünü buruşturma. Çünkü sen güldükçe, ben rahat ederim.”

Bu satırlar, her şeyin özetiydi aslında. O yüzden artık ağlarken acımaz olmuştu kalbi. Gözyaşı dökse de secde gibiydi. Şikâyet değil, teslimiyetti. Ve her damla, dua gibi toprağa düşüyordu.
Defterin sonuna şu cümleyi yazdı:

“Bir damla gözyaşıyla başlar sabır. Ama o damla, kalbe rahmet olur düşerse…”

“Sanat, sabrın rengidir; acının sesidir.”

O sabah Münevver Hanım, mutfak masasını toparladıktan sonra çekmeceden eski boya kalemlerini çıkardı. Birkaç ev ilerideki ressam komşusu ile bir ara resim çizmeye merak sarınca üç dört ay beraber resim yapıp edebiyat ve sanat hakkında da muhabbet etmişlerdi. Çocuklarından kalma bir defter buldu. Sararmış sayfaları arasında, çiçek desenleri ve düzgünce yazılmış bazı yazılar vardı. Sayfaların kenarlarına küçük küçük dualar serpiştirilmişti:

“Ya Sabûr, içimdeki kırıkları sabırla onar.” “Ya Vedûd, her çizgiye biraz sevgi koy.”

O an hissetti ki: Sanat yalnızca güzellik üretmek değil, ruhu iyileştirmekti.

Çayını yudumlarken deftere bir çiçek çizdi. Basit bir menekşe. Ardından menekşeye bakarak bir dize yazdı:

“Renk açar acının göğsü delinince…”

O gün içinden taşan duygularla birkaç dize daha karaladı. Torunları geldi aklına, onların çizdiği resimler, söyledikleri şarkılar. İçinde kıpır kıpır bir sevinç belirdi. Çünkü fark etti ki: Her satır, her fırça darbesi, her kelime, ona acıyı unutmayı değil, acının içinden güzelliği çıkarmayı öğretiyordu.

Öğleden sonra küçük torunu Zeynep, görüntülü aradı.

“Babaanne, öğretmenimiz resim ödevi verdi. Gökyüzü çizeceğiz. Sen de çizsene!”

“Benim gökyüzüm biraz gri kızım,” dedi Münevver Hanım gülümseyerek.

“Ama olsun. Yağmur da gökyüzünün duasıdır.”
Telefon kapandıktan sonra bir resim çizdi. Üstte bulutlar, altta bir sokak lambası. Lambanın dibinde bir kedi, ıslak ama huzurlu. Altına tek bir cümle yazdı:

“Hüzünle ıslandık, merhametle kuruyalım.”
Sanat onun için sığınak olmuştu. Kalemle, fırçayla, kelimeyle konuşuyor, kendini anlatıyor, başkasının kalbine dokunuyordu.

Sonra defterine döndü ve yazdı:

“Sabırla bekleyen insan, dua eder gibi çizer. Ve her fırça darbesi, şifadır.

Yazmak da bir tür secdedir.

Resim, bir tür şükür.

İçim doldukça kalemime, kalemim doldukça kalbime dökülüyor. Bu da benim ibadetimdir artık.”

“Bu dünya bir han, yolcular gelir geçer. Kalıcı olan, yolda bıraktığın izdir.”

Birkaç gün daha geçti. Salı sabahı Münevver Hanım sabah namazından sonra elini yüzünü yıkadı, pencerenin önüne oturdu. Hava berraktı. Kuş sesleri, güneşin ilk ışıklarıyla yarışıyordu. Derin bir nefes aldı. Sonra mırıldandı:

“Ne gelen yerinde kalıyor, ne giden geri dönüyor… İşte geldik, gidiyoruz.”

Hayat, onun gözünde artık bir “Yol Geçen Hanı” gibiydi. Gelenler bir müddet kalıyor, kimse eşyasını bırakmıyor, ne kazanırsa kazansın hiçbirini götüremiyordu. En pahalı mobilyalar, en şık giysiler, en gösterişli sofralar… Hepsi han odasında kalıyordu. İnsan, sadece kalbindekini götürüyordu. Bir de dualarda kalan adını…

Bunu düşününce defterini açtı. Sayfanın ortasına tek bir cümle yazdı:

“Dünya hayatı bir misafirliktir, kalmaya değil; anlamaya gelinir.”

Eskiden bu sözleri duyduğunda içinde bir burukluk olurdu. Şimdi ise bir ferahlık… Çünkü geçiciliği fark etmek, kalıcı olanın peşine düşürüyordu insanı.
Ve ne zaman yolculuk düşüncesi gelse aklına, ardından bir kabullenme gelir:

“Rabbim, bu hanı sen kurdun. Gelişi de, gidişi de Sen yazdın. O zaman bana düşen, misafirliğin hakkını vermek.”

Sofrasını sade tutardı. Elindekine şükreder, kalan yemeği kuşlara ayırırdı. Kimseye yük olmadan, kimseyi kırmadan, sessizce yaşamak isterdi.

“Ne kadar yer işgal ettin değil,” derdi içinden. “Ne kadar yer açtın?”

O gün öğleden sonra eski çeyiz sandığını açtı. İçinden yıllar öncesine ait bir çarşaf çıktı. Kendi elleriyle nakış işlediği çarşaf… Her ilmikte sabır, her nakışta dua vardı.

Çarşafı katlarken gözlerinden yaş süzüldü.

“Her şey gidiyor… Ama emek kalıyor. Sevgi kalıyor. Güzellik kalıyor.”

Defterin sonuna şunu yazdı:

“Yol Geçen Hanında ne çok yolcu gördüm… Bazısı iz bırakmadan gitti, Bazısı bir tebessüm bıraktı geride. Ben, geriye güzel bir sabır bırakmak istiyorum.”
“Acı da misafirdir, ama sabırla ağırlarsan sana dost olur.”

Münevver Hanım sonbahar sabahı defterinin son sayfasını açtı. Sayfaya dokunduğunda, içindeki yolculuğun da sonuna geldiğini hissetti. Günlerdir yazdığı bu defter, sadece bir acının hikâyesi değildi artık. Aynı zamanda bir şifanın, bir uyanışın, bir teslimiyetin adımlarıydı.

Pencereden dışarı baktı. Ağaçların yaprakları sararmıştı. Her biri usulca toprağa süzülüyordu. Tıpkı insan ömrü gibi…

İçinden bir ses konuştu:

“Bu dünya, gelip geçilen bir yerdir. Acı kalmaz, iz bırakır. Keder sürmez, hikmete dönüşür. Sabreden kazanır. Şükreden yücelir.”

Sonra defterin ortasına şu cümleyi yazdı:
“Acıyı bal eyledim.”

Duraksadı. O cümle şimdiye kadar yazdığı her şeyin özüydü.

Acıdan kaçmamıştı. Onu tanımış, anlamış, eğilmiş, elinden tutmuştu. Ve o acı, zamanla içini yakmak yerine, içini aydınlatmıştı.

Sonra kalemini kaldırdı ve yavaş yavaş döktü satırları:

“Bu satırları yazarken bazen ağladım, bazen sustum. Bazen gözüm camda, bazen elim duada kaldı. Ama hiçbir an isyan etmedim. Her acıyı sabırla yoğurdum. Her kaybı dua ile sardım. Ve sonunda anladım ki:
Acı, bizi eksiltmek için değil, pişirmek için gelir. Acı, Rabbimizin kalbe dokunuşudur. Ve sabır, o dokunuşun dilidir. Ben bu dili öğrendim. Ben acıyı bal ettim.”

Defteri kapattı. Elini kalbinin üstüne koydu.

O gün torunu geldi, küçük Zeynep;

“Babaanne ne yazıyorsun?” diye sordu. Münevver Hanım gülümsedi.

“Bir gün okursun yavrum. İçinde acılar var, ama hepsi bal oldu. Çünkü Allah sabredenleri sever.”
Zeynep kucağına oturdu, başını babaannesinin omzuna koydu.

O an Münevver Hanım bir kez daha anladı:

Acı geçer, ama sevgi kalır.
Korku geçer, ama teslimiyet büyür.

Ve hayat, şikâyet ederek değil, şükrederek yaşanır.

Halil GÜLEL
Düsseldorf / 19.05.2023
(Acıyı Bal Eyledik)

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (2)

5.0

100% (2)

Acıyı bal eyledik Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Acıyı bal eyledik yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
ACIYI BAL EYLEDİK yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL