2
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
249
Okunma
Hatay’ın yazı başkadır. Gündüzleri kavurur insanın etini, geceleri ise bambaşka bir sessizliğe bürünür. Sivrisinekler, cırcır böcekleri, ateş böcekleri… Her biri, gecenin içindeki orkestra gibi sırayla sahne alır. İşte o gecelerden biriydi; Temmuz’un ortası, havanın ağırlaştığı, rüzgârın bile terlettiği bir zaman.
Bizim içinse bu zamanlar başkaydı. Babam, nenem ve ben… Geceleri evin içindeki sıcaktan kaçar, eski römorkun üstüne çıkardık. Römork, gün boyunca güneşin altında kızmış demir sacını, gecenin serinliğinde usulca bırakırdı. Önce oturur, sonra uzanırdık. Sıcağın yerini yavaş yavaş hafif bir serinlik alırdı. Babam römorka battaniyeleri sererdi, nenemse yanına biraz su, biraz meyve getirirdi.
O gecede öyle başlamıştı. Yıldızların çok daha parlak olduğu, şehir ışıklarının karışmadığı bir gökyüzü… Nenem dua ederdi önce. Babam göğe bakarak, “Bu yıldızlar, dedemin de çocukken seyrettiği yıldızlar… Ne kadar aynı görünseler de, biz ne kadar değiştik.” derdi.
Sivrisinekler o gecede bile rahat vermedi. Nenem kolumu sıvazlayarak, “Sabret, bu ısırıklar bile bir gün özlenir.” dediğinde gülmüştüm. Ama şimdi, o sözü düşününce içim burkuluyor. Gerçekten de özleniyormuş.
O zamanlar anlamazdım. Babamın her sözüne kafa sallardım ama içimde bir şey şekillenmezdi. Şimdi, bu yaşımda o sözler ruhumun derinliklerinde yankı buluyor. Mesela o gece babam şöyle demişti: “Oğlum sen sen olmadıktan sonra etrafında tonlarca insan olsa ne çıkar, önce kendin olacaksın sonra kalabalıklar içine gireceksin işte o zaman mutluluğun hep içinde seninle birlikte yürür. Böyle bir insan olmak için bu geceler seni pişirir ve kıvamına gelirsin ondan sonra söylediğin her söz tadından yenmez, ağızlarında tat bozukluğu olmayanlar için...”
Bu cümle bana uzun yıllar yol gösteren bir deniz feneri gibi oldu. Çocukken anlamamıştım. Ama şimdi şehir hayatının sahte ışıklarında yolumu kaybettikçe, o feneri arar oldum.
Gece ilerledikçe sesler değişirdi. Önce cırcır böcekleri, sonra ateş böcekleri... Derken sessizlik başlardı. Çiğ düşmeye başlardı işte o anda. Nenem örtüyü üstüme çeker, “Çiğ düştü, hasta olma.” derdi. O örtü sanki bir annenin şefkatiydi. O anlar, hayatımın en huzurlu zamanlarıydı.
Uykuya dalardık. Derin, deliksiz bir uyku… Savaştan dönen bir askerin yorgunluğu gibi… Ne rüya vardı, ne kabus. Sadece içten gelen bir huzur. O kısa uykudan uyanınca horozlar ötmeye başlardı. Yeni gün başlardı. Ve biz, o kısa uykudan aldığımız huzurla güne başlardık.
Yıllar geçti. Büyüdüm. Okudum. Şehre yerleştim. Beton duvarlar, asansörler, ofisler… Her şey düzenliydi, soğuktu, eksikti. Geceleri klimayla serinlesen de, o römorkun serinliği yoktu. Yastığın pamuğu yumuşak olsa da, nenemin serdiği battaniyenin sıcaklığı yoktu.
Artık ne yıldızlar gözüküyordu camdan, ne de bir horoz sesi duyuluyordu sabah. Alarm sesiyle uyanıyor, kahvemi içerken maillerime bakıyor, bir koşuşturmaca içinde günü tamamlıyordum. Ama o kısa uyku… O birkaç saatlik deliksiz dinleniş, hiçbir uykuda kendini tekrar etmemişti.
Bir gün oturup düşündüm. Hayatımda huzur veren ne vardı? Bu şehirde, bu düzenin içinde, gerçekten huzur diyebileceğim ne kalmıştı? Yalnızlığın içinde dönüp dururken, geçmişin gölgesinde yürürken fark ettim: Ben kendime, öz doğama, römorkun üstündeki o çocuğa hasretmişim.
O gün karar verdim. Tatil bahanesiyle köye gittim. Babam vefat etmişti artık. Nenem de… Ama römork hâlâ oradaydı. Paslanmış, kenarları ezilmiş ama yerindeydi. Ona elimi sürdüm, sanki yıllardır kaybettiğim bir dostla karşılaşmışım gibi duygulandım. Oturdum üstüne. Gözlerimi kapadım. Derin bir nefes aldım. Ve geçmiş, bir sel gibi içimi doldurdu.
Geceyi bekledim. Gökyüzü karardı. O tanıdık yıldızlar geri geldi. Cırcır böcekleri, ateş böcekleri... Her şey yerli yerindeydi. Sanki zaman durmuştu da sadece ben büyümüştüm. Yanıma bir battaniye aldım. Uzanıp göğe baktım. Nenemin duasını hatırladım. Babamın sözlerini tekrarladım.
Ve çiğ düşmeye başladığında, gözümden bir damla yaş süzüldü. Ama bu kez üzgün değil, şükür dolu bir gözyaşıydı. Çünkü insan, kaybettiğini anladığında bulmaya başlarmış. O gece, yıllar sonra ilk kez deliksiz uyudum. Sabah horoz sesleriyle uyandım. Ve yeni bir güne “Bismillah” diyerek başladım.
Belki yine şehirde yaşayacağım, yine betonların arasında olacağım. Ama artık içimde bir römork var. Üstünde yıldızlar, altında geçmişimin kökleri… Ve ben, her gece o çocuğu yeniden uyutacağım orada.
Çünkü insan, bazen geçmişe dönerek geleceğini bulur. Ve huzur, toprağın kokusunda, çiğ düşen bir gecede, babanın sesinde, nenenin duasında gizlidir.
Hayat dediğin de, işte o gizleri fark etmekle başlar...
Erol Kekeç/09.05.2025/Sancaktepe/İST
5.0
100% (2)