0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
59
Okunma
Mustafa iş yerinden çıktığında her zaman ilk kravatını gevşetir öyle otobüs durağına yürürdü. Bu sefer yüzünde okunan bir sitem ve yorgunluğun getirdiği huzursuzluk görülüyordu. Yürürken etrafına etraflıca bakındı yanında yöresinde kimsenin olmadığını görünce kendi kendine konuşmaya başladı. ’’ Ben ne idealler için okumuştum, üniversiteyi. Ne hayaller kurarak mezuniyetimi hayal etmiştim.’’ Otobüs durağına gelmeden önce otobüsünün kalktığını gördü, ardından koşturmadı. İlk defa koşturmadı, bu hal ve hareketlerin, içinde bir problemin varlığını işaret ediyordu. Durakta beklerken çantasını yere bıraktı, el çantasını iş yeri vermişti, saf deri a kalite bir çantaydı ve gözü gibi baktığı çantayı sanki bit pazarından alınmış üçüncü el çanta gibi bıraktı. Durağın bekleme kabininin sağ iç yanında k bilborda yaslandı. Gömleğin iç cebinden bir dal sigara çıkartıp içli içli içti, otobüs geldiğinde her yer kararmıştı. Son durağa gelindiğin de hemen inmedi otobüsten, beş dakika oturdu kaldı, şoför uyardığında sanki derin bir uykudan uyanmışçasına irkildi ve indi otobüsten.
Fazilet hanım, üç çeşit yemeğiyle masayı donatmıştı, kokular dışarıdan öyle bir geliyordu ki, Da Vinci’nin son akşam yemeğinde ki tablonun bir silüetini canlandıracak derecede geliyordu. Fazilet hanım yüksek dişil enerjisi ve fazla anaç yapısıyla oğlunu gülerek karşıladı. Mustafa hiç bir şey demeden direkt duş almaya gitti. Sofra da Mustafayı bekleyen Fazilet hanım, yemeklerin soğudunu tatlı bir ses tonuyla söyledi oğluna, Mustafa bir robot gibi duygusuz cevap vermedi, tabağında ki yemekleri yiyip kalktı. İyi geceler bile dememişti annesine ve odasına gidip kapattı kendini, müzik çalara en sevdiği cd diski koydu, Yalın’ın Zalim oyun bozan şarkısı gelince, boş boş baktığı duvara dikkat kesildi. Şarkı bitmeden kulaklığı çıkarıp duvara vurdu müzik çalarını, ışığı kapatıp uyudu.
Sabah geç uyanmış ve işe yavaş adımlarla ağır ağır yürüyordu. Tam iş yerinin önüne gelecekken sol sokağa saptı bu sokak varoş mahalleye giden sokaktı. Hayatın gerçeklerini çok iyi biliyordu Mustafa, yaşadığı mahalle de bu gerçekleri erken öğretmişti. Daha da derinine inmek istedi gerçeklerin, fakir mahallelerde top oynayan çocukları çağırdı, çocukları birer ikişer sevdi. Cebinde ki tüm parayı üleştirdi. Yürüdü yürüdü yürüdü, bütün varlığını sildi o mahalleden, koştu sonra delicesine, kravatını boynundan hızlıca söktü elindeki kaliteli el çantısıyla birlikte attı çimenlere, koştu koştu yine koştu. Sahile gelince inanılmaz keyifliydi. Sanki mevsimlerden yaz sanki denize girecekmiş gibi mutluydu. Mustafa sağına soluna bakındı, kimsecikler yoktu ortalıkta. Yürüdü denizi yaracakmış gibi Hz. Musanın asası olmadan elinde yürüdü, Deniz derinleşmeye başladığı vakit bir lokma da yuttu Mustafayı, Mustafa çok sevdiği denizine gömdü kendisini.
Günlerden cuma vaktidir, gök kubbemiz de güneş ışıldar, taş toprak uyanır, bir ezan sesi duyulur camiden, huşu dolu yüzler görünür, yaratıcaya şükreder enva canlılar, görür hikmeti görür saadeti görür kaderini bir çırpıda işte bu vakitte öldü Mustafa, annesi duymadı daha öldüğünü, Fazilet teyzeyi kim sakinleştirir ? Rahmetli eşi öldüğün de zor zaptetmişlerdi, öyle bir kadındı Fazilet teyze, oğlunun da öldüğünü öğrenince sekiz milyarlık dünyada kimsesiz kalacaktı. Kolay değildi, sekiz milyar insanın içinden senin ailenden, akrabandan kimsenin olmaması, Mustafa bunu düşünseydi muhakkak intihar etmezdi.
Ahmet YOLDAŞ
İzmir 09/05/2025