18
Yorum
53
Beğeni
0,0
Puan
718
Okunma
Bir grup işçi, iki atın çektiği arabaya deri balyaları yüklüyordu. Tekerlekler çamura gömülmüş, her harekette inliyordu. Atların gözlerinde yorgun bir teslimiyet vardı — tıpkı benim gibi.
Sol tarafımda yıkılmaya yüz tutmuş binalar birbirine yaslanıp destek alıyor ayakta zor duruyordu. Güneşin altında yıllarca unutulmuş bez parçalarını andırıyordu döküntü duvarlar. Kırık camları, derme çatma tahtalarla kapatılmıştı. Hepsinin de diplerinde çamura gömülmüş hayvan derileri, ağır bir geçmişi yansıtıyordu. Pencereye doğru yaklaşıp içeriyi görmeye çalışıyordum. Dışarı sızan o keskin çürümüşlük kokusu burnuma ince bir ip gibi dolanıyor, midemi kaldırıyordu. Korku filmlerini aratmayan bu sahnede dizlerine kadar simsiyah balçığa batmış adamlar derileri kazıyordu. Nemli pislik yığınlarının içinde topak topak atılmış hayvan kıllarının arasında babamı arıyordum. Tavandaki lambalar içeriye puslu bir aydınlık sarkıtıyordu. Dikkatle içeriyi süzüyordum. Sırtında yük, yüzünde yılgınlık taşıyan adamlar sağlıksız koşullar altında çalışıyordu. Babamın burada olmayışı beni sevindirmemişti.
Az ilerde eski bir deponun önünde bir grup işçi kendi aralarında konuşuyorlardı. Babamı sordum onlara ‘’depoyu şimdi kapattık bacım, içeride kimse yok’’ dediler.
Öyle ya tertemiz, masa başı bir işte yer alan babamın burada ne işi vardı? Ama elimdeki adres de doğruydu: Kazlıçeşme Deri Fabrikası.
Bugün kahverengi bir buğuya uyanmıştı Kazlıçeşme. Fabrikalardan çıkan dumanlara bakılırsa her gün böyle olmalıydı. Trenden ineli epey zaman geçmişti. Yürüdüğüm daracık sokakların koyuluğunda rüzgarla savrulan hava, şiddetle esip gerçek rengini arıyordu. Sahile doğru ilerliyordum. Bir külçe gibi ağırlaşmış valizimi taşımakta güçlük geçiyordum. Oturup dinlenebileceğim temiz bir yer arıyor bulamıyordum. Deniz bile, çürümüş hayvan parçaları kayalıklara vurdukça geri çekilerek burnunu tıkarken buradaki insanlar bu kesif kokuyla nasıl yaşıyordu hayret ediyordum.
Çok yorulmuştum. Ama bu yorgunluk babamın yolunu gözlerken çektiğim yorgunluğun yanında neydi ki? Okullar kapanmış, veliler çocuklarını alıp götürmüştü. Bense üç haftadır yatılı okulun boş ve soğuk koridorlarında her an gelecek diye uyumadan babamı beklemiştim. Gelmemişti. Zamanın kenarına itilmiş bir gölge bir fazlalık gibi hissediyordum kendimi. Önceleri mektuplar yazan hediyeler gönderen babam beni kalbinden silmiş miydi? Evimiz de yoktu artık. Başkalarının yuvası olmuştu. Ne acı... Demek ki insanın annesi öldüğünde onunla birlikte ev de ölüyormuş. Ve babası kayboluyormuş. Ve çocuklar...
Darmadağınık düşünceler arasında sendelerken önümden kocaman bir farenin geçmesiyle bir anda irkilip oracıkta kusmaya başladım. Kendimi biraz toparlamıştım ki yaşlı bir bekçi yanıma yaklaşarak "buralarda ne işin var?" diye sordu. Elimdeki adresi gösterdim. "Babam burada çalışıyor," dedim. Bekçi başını salladı ve beni fabrikaya kadar götürdü. Kapıdaki adamlara içeriden çağırmalarını söyledi. Sonra çekip gitti. Heyecanla babamı beklerken karşıma bambaşka biri çıktı. Adı Mehmet Ali’ymiş. Oranın işvereni, patronu...Mehmet Bey’i aradığımı söyledim. Bir anda yüzünün şekli değişti. Kravatını hafifçe çekiştirerek ‘Burada benden başka bey yok ki! ’dedi. Herkes işçi herkes ameleymiş... İnsanlara üstten bakan bu adamın beklenmedik cevabı karşısında ne diyeceğimi şaşırmış, afallamıştım. ‘’Babam burada çalışıyor. Adı Mehmet’’ dedim. ‘’Mehmet Gül.’
‘’Haa, bizim ameleyi soruyorsun sen. Aha, orda bak!’’ Öyle kırılmıştım ki patronun bu sözleri kahkahalarla gülüp alay edercesine söylemesine. Eliyle gösterdiği yere doğru ilerledim. Buralarda çalışma şartları hep aynı olmalıydı. Benim babam... Bey babam da tıpkı diğer fabrikada camdan gördüğüm adamlar gibi pisliğin içinden alnının teriyle ekmeğini çıkarmaya çalışıyordu. Sırtı dönük, omuzları çöküktü. Ciğerlerinden kopan öksürük sesinden tanımıştım onu. İçindeki bütün kiri, bütün çamuru söküp atmak istermiş gibi, ciğerinin en dibinden gelen çığlık gibi bir öksürük… Ne kadar zayıflamıştı. Ne kadar yaşlanmıştı.
En son üç yıl önce annem öldükten sonra yatılı okuluma gelmişti. Mektuplarında hep iyiyim, merak etme yazardı. Sadece işlerim yoğun, o yüzden gelemiyorum seni görmeye. Burada havadar bir odam var, masa başı çalışıyorum. Sen de çalış, sakın derslerini aksatma diye öğüt verirdi.
Fabrikada her şey ağırdı, hava ağır, zaman ağır... Oysa çok çabuk geçmişti seneler. Bey babam okulumun bittiğinin farkında bile değildi. Yanına yavaşça yaklaştım. ‘’Baba’’ dedim sadece. Yıllar önce gözüme kocaman görünen bu adam, şimdi küçücük kalmıştı. Sesimi işitti. Tulumu üzerine bol gelen daracık gövdesine sığınmış yaprak gibi titriyordu. Gömleğinin yakası yırtık, teri soğuyup kurumaktan teni çatlamıştı. İşlediği deriyi bir ekmek hürmetiyle bıraktı tezgâha, yüzünü kaldırmaya cesaret edemiyordu. Elleri boşlukta duruyordu havada asılı kalmış gibi. Bir çocuğun elinden kaçırdığı balon gibi duruyordu elleri öylece; şaşkın, çaresiz... Öylece duruyordum. Öylece duruyordu.
‘’Baba’’ dedim sadece... Başka bir sözcük çıksa dudaklarımdan, balon patlayacak, içindeki her şey dökülüp saçılacak, her şey kırılacakmış gibi. Ekmek kırılacak, kitaplarım, defterlerim, umutlarım, hayallerim... Bey babam kırılacak gibi...Ben yaklaştıkça, küçülüyor, eğiliyor, bükülüyor. Arkası dönük bey babam kırılacakmış gibi duruyor. Beni üzmemek içindi her şey... Anlıyordum onu... Mahcubiyetini; gözlerindeki nemin, alnındaki terin, ellerindeki çatlakların, suskunluğunun arasına gizliyordu.
Uzanıp ellerini tutmak istedim. Çocuk düşlerimi havaya fırlatıp kahkahalarla yere indiren, soğuk kış akşamlarında saçlarımı okşayıp içimi ısıtan, her sabah avcuma fazladan harçlık sıkıştıran ellerdi bunlar.
Anneler öldüğünde her şey kirleniyormuş demek... Bir zamanlar kendi işinin patronu bey babamın seyyar arabasıyla pilav satarken taktığı bembeyaz önlüğü bile!... Hep sıcacık olduğunu bildiğim ellerini, kirli iş önlüğüne silerken sımsıkı yakaladım. Eski bir mabet kapısının paslı tokmağı gibiydi elleri; soğuktu, ıslaktı, pürüzlüydü ama dirençliydi, sağlamdı. Sığınılası bir korunak, emeğin, fedakarlığın, güven ve huzurun sessiz taşıyıcılarıydı. Başımın üzerinde yeri vardı.
Bey babam, hiçbir şey demedi. Ben de demedim. Çünkü ikimizde bilirdik ki bazen kelimeler yaralar. Sadece sessiz bir dokunuş, sıcacık bir sarılış en ağır yaraları sarar.
EbRuAsya//