1
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
289
Okunma
Sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda dünyayı kendi bakış açılarına göre şekillendirme arzusu, her sınıfın varlık nedenidir. Toplumsal yapının her kesimi, kendi değerlerini ve çıkarlarını yansıtan bir dünya düzeni kurmak ister. Bu düşünce özellikle Karl Marx’ın sınıf mücadelesi teorisiyle yakından ilişkilidir. Her toplumsal sınıf, kendi çıkarlarının evrensel çıkarlar olduğuna inanır ve toplumu buna göre değiştirmeye çalışır.
"Her sınıf kendi imgesiyle dünyayı yeniden yaratmak ister." ifadesi, özellikle Karl Marx’ın tarihsel materyalizm anlayışı çerçevesinde çok önemli bir yere sahiptir. Marx’a göre toplumlar tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Her tarihsel dönemde, egemen sınıf veya sınıflar (örneğin feodal beyler, burjuvazi, aristokrasi gibi), kendi ekonomik ve sosyal çıkarlarına uygun bir düzen kurar...Bu sınıflar, kendi çıkarlarını herkesin çıkarıymış gibi sunarlar. O nedenle egemen ideoloji, her zaman egemen sınıfın ideolojisidir. Yani dünyayı hem maddi anlamda (ekonomik düzen, üretim biçimi) hem de düşünsel anlamda (din, hukuk, eğitim gibi kurumlar üzerinden) kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmeye çalışırlar.
Feodal toplumda soylular, toplumun tanrısal düzenle kurulduğunu ve herkesin yerinin kutsal bir şekilde belirlendiğini savunuyordu. Bu, onların ayrıcalıklarını korumaya yarıyordu.
Sanayi Devrimi’nden sonra burjuvazi, özgürlük, eşitlik ve bireysel haklar kavramlarını öne çıkardı. Ancak bu özgürlük ve eşitlik, aslında kendi mülkiyetlerini ve üretim araçları üzerindeki hakimiyetlerini garanti altına almak için işliyordu. Bütün bu ekonomik, sosyal, siyasal çıkar ilişkileri nedeniyle her sınıf, kendi dünyasını, kendi "gerçekliğini" ve kendi "hakikatini" kurmak ister. Ama bu kurdukları düzen, aslında diğer sınıfların çıkarlarına her zaman uygun değildir. Bu yüzden tarih, sürekli bir çatışma ve değişim süreci içinde ilerler.
Türkiye’de de, toplumsal sınıfların kendi dünyalarını yaratma çabası özellikle son yüzyılda çok belirgin olmuştur. Cumhuriyetin ilanından bu yana her dönemde farklı sınıflar ve gruplar, kendi değerlerine göre Türkiye’yi yeniden şekillendirmek istemiştir. Türkiye solu, Osmanlı sonrası süreci özellikle ( 1920-1950 ) Cumhuriyetin ilanı ve sonrası süreci yeterince kavrayamamış, sürece ilişkin kulaktan konuşmalarla yetinmiştir...lCumhuriyetin ilk yıllarında (1920’ler-30’lar,), yeni kurulan Cumhuriyet, özellikle bürokratik elitler (asker-sivil aydınlar,) eliyle modern, laik ve Batı’ya dönük bir toplum yaratmak istedi. Bu grup, Osmanlı’nın dini temelli düzenini reddederek akıl, bilim ve laiklik üzerine kurulu yeni bir “modern Türk” kimliği inşa etmeye çalıştı. Bu bir sınıfsal yeniden yapılanmaydı... köylü ve geleneksel kesim üzerinde aydın elitin yönlendirici etkisi artacaktı.
1950 sonrası (Demokrat Parti dönemi) sında,
Taşra burjuvazisi ve Anadolu sermayesi sahneye çıktı. Halkın dini ve geleneksel değerlerine daha yakın duran bir politik dil benimsendi. Bu dönem, merkeze karşı çevrenin (Anadolu’nun) kendi imgesini dayatma sürecidir. Toplumun geniş kesimlerinin değerleri siyasi alanda daha görünür oldu. 1980 Darbesi sonrası, Askeri yönetim, bir "Türk-İslam sentezi" projesiyle hem milli hem de dini değerleri ön plana çıkararak, sol’u ve sol devrimci hareketlerin etkisini kırmayı amaçladı. Böylece yeni bir ideolojik çerçeveyle toplum yeniden şekillendirildi.
2000’ler ve sonrası (AK Parti dönemi) ile Anadolu sermayesinin temsilciliğini yapan siyasi iktidar, hem ekonomik hem kültürel anlamda toplumun muhafazakar kesimlerinin değerlerini merkezileştirdi. Eğitim, kültür, medya ve ekonomi politikaları, daha çok dindar-muhafazakar bir kimliğin öne çıkmasına hizmet etti. Yani, yeni bir sınıf kendi dünyasını kurmak istedi ve kısmen bunda başarılı oldu.
Türkiye’de de her dönemde farklı sınıflar, (bürokratik elitler, sanayici burjuvazi, muhafazakar Anadolu sermayesi vb.) kendi dünya görüşlerine göre ülkeyi ve toplumu yeniden şekillendirmek istedi. Bu da sürekli bir kimlik, değerler ve iktidar mücadelesi doğurdu. Aslında bugün yaşadığımız pek çok siyasi ve kültürel tartışmanın kökeninde de bu "kim kendi imgesine göre Türkiye’yi kuracak?" sorusu yatıyor. Bu sürecin edebiyat, medya ve sanat dünyası üzerindeki etkileri de büyük oldu.. Edebiyat, medya ve sanat dünyası, Türkiye’de sınıf mücadelesinin ve farklı sınıfların kendi "dünyalarını yaratma" çabasının adeta aynası olmuştur...Cumhuriyet dönemi edebiyatında, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Yaban" romanı çok meşhurdur. Aydınlar ile köylüler arasındaki büyük uçurumu anlatır. Burada aydın sınıfı, köylüyü "modernleştirmek" ister ama halkın gerçekliğinden kopuktur. Yani bir sınıf, kendi dünyasını halka empoze etmeye çalışır.
1950 sonrası köy romanları,
Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal gibi yazarlar Anadolu’nun gerçek yüzünü anlatır. Bu edebiyat, merkeze karşı çevrenin sesi gibidir. Yani Anadolu köylüsünün kendi hayatını ve bakış açısını edebiyatta sahneye çıkarır. 1980 Darbesinden sonra edebiyat, daha bireysel ve apolitik bir tona kayar. Burada da yeni orta sınıfın (şehirli, bireysel özgürlüğü önemseyen kesimlerin) dünya algısı egemen olmaya başlar.
Medya Dünyasında Yansımaları,
1970’ler sol medyasında, halkın sesi olma iddiasıyla çıkan gazeteler ve dergilerde işçi sınıfı vurgusu çok yüksekti (Politika, Yeni Ortam, Ant Dergisi gibi). Bu dergi ve yayınlarda sınıf mücadelesi savunuluyordu. 1990’lar özel televizyonların doğuşu sonrası ATV, Kanal D gibi kanalların yaygınlaşmasıyla daha çok "orta sınıf yaşam tarzı" (alışveriş merkezleri, arabalar, dizilerdeki lüks yaşamlar) idealleştirildi. Bu da yeni burjuvazinin medya üzerinden kendi dünyasını dayattığı bir dönemdir. Son yıllarda, günümüzde muhafazakar medya ile yeni bir medya ağı oluştu (TRT, A Haber, Yeni Şafak vb.). Burada da Anadolu muhafazakarlığının değerleri medya aracılığıyla görünür hale geldi.
Sanat Dünyasına Yansımaları,
1950’ler-70’ler tiyatrosu ve sineması, toplumsal sorunlara değinen, işçi sınıfının hayatını anlatan filmler ve oyunlar üretti. Yılmaz Güney gibi isimler, emekçilerin, yoksulların hikayelerini anlatarak "halkın sesi" olmaya çalıştı. 2000’ler sonrasında, bir yanda bağımsız sinema (Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz) bireyin yalnızlığını işlerken, diğer yanda daha "muhafazakar sanat" arayışları başladı. Festival filmleri bir kesimin estetik anlayışını, devlet destekli filmler başka bir kesimin değerlerini temsil eder hale geldi.
Bütün bu ileri ve geri değişim süreçleriyle birlikte Türkiye’de sanat, edebiyat ve medya her zaman toplumdaki sınıf mücadelelerinin bir yansıması olmuştur. Her sınıf, kendi hikayesini, kimliğini ve ideolojisini bu mecralarda görünür kılmaya çalışmış; sanat da bu mücadelenin en yaratıcı sahası olmuştur. Köy edebiyatı (veya "köy romanı"), özellikle 1950’li yıllarda Türkiye’de büyük bir akım haline geldi. Bu türün temel amacı, Anadolu köylüsünün gerçek yaşamını, sorunlarını ve yoksulluğunu doğrudan, süslemeden anlatmaktı.
Yaşar Kemal (İnce Memed), Ezilen köylüyü, feodal ağalara karşı direnişi destansı bir dille anlatır.
Fakir Baykurt (Yılanların Öcü), Toprak kavgaları, aile yapısı ve köydeki sınıfsal eşitsizlikleri işler.
Orhan Kemal (Bereketli Topraklar Üzerinde), Sanayileşmenin başlangıcında işçi sınıfını ve tarım işçilerini anlatır. Bütün bu anlatılarla, şehirdeki aydınların kafasında idealize edilmiş "masalsı köy" imajını yıkarak, Türkiye’nin gerçek sınıfsal yapısını görünür kıldılar ve köylünün kendi yaşamını, kendi diliyle anlatmaya çalıştılar (doğal bir dil ve üslup). Bu süreçte, aynı zamanda köyün içine sinmiş feodal düzeni ve devletle olan çelişkileri de ortaya koydular. Yani köy edebiyatı, Anadolu insanının kendi “dünyasını” sahneye çıkardı. Bir çeşit alt sınıfın kendi varoluşunu dile getirme hareketi oldu.
Bağımsız Sinema
Bağımsız sinema, 1990’lar sonrası Türkiye’de öne çıktı. Büyük stüdyoların ya da devletin desteğine fazla ihtiyaç duymadan, daha çok bireysel ya da küçük bütçelerle çekilen, ticari kaygıdan çok sanatsal kaygı taşıyan filmlerden oluşur. Nuri Bilge Ceylan (Kasaba, Uzak, Bir Zamanlar Anadolu’da). Anadolu kasabalarının durağanlığı, insanın yalnızlığı ve toplumsal değişim sancıları işlenir...
Zeki Demirkubuz (Masumiyet, Yazgı), Bireyin toplumla çatışmasını, kaderciliği ve sınıfsal sıkışmışlığı işler.
Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu gibi isimler de farklı bakış açıları sunar. Tıpkı köy edebiyatı gibi "kenarda kalan" insanların hikayelerini anlatır ve Metropolleşen Türkiye’de kırsalın, taşranın nasıl değiştiğini gösterirler...Yavaş anlatımla, uzun planlarla gerçek hayatın sıkıcılığını ve çıkışsızlığını seyirciye hissettirir, çok derin sınıf ayrımlarını, ama süslü sloganlar atmadan, karakterlerin iç dünyası üzerinden gösterir. Özellikle Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde Anadolu’nun yalnızlığı, değişime direnci ve eski dünyanın çözülüşü çok etkileyici bir şekilde aktarılır. Mesela Bir Zamanlar Anadolu’da filminde sadece bir cinayet soruşturması anlatılmaz; bir kasabanın ruh hali, sınıfsal hiyerarşisi ve modernleşmeye direnci de çok derinden hissettirilir. Sonuçta köy edebiyatı, sözlü kültürden yazılı edebiyata geçişte köylünün gerçekliğini görünür kıldı.
Bağımsız sinema, görsel anlatım üzerinden taşra insanının yalnızlığını ve sınıfsal dönüşümünü modern estetikle yansıttı.
İkisi de "merkezin dışında kalan", "sesi duyulmayan" insanların dünyasını ortaya çıkararak Türkiye’deki sınıf çatışmalarını ve kimlik mücadelelerini görünür kıldı.
Köy edebiyatı ve bağımsız sinema bugüne nasıl evrildi?
Günümüzde Köy Edebiyatı,
bugünün klasik anlamda köy edebiyatı yapan yazarların sayısı oldukça azaldı.1980’ler sonrası Türkiye’de köy-kent dengesi çok değişti. 1950’lerde nüfusun %80’i köylerde yaşarken, bugün bu oran %7-8 civarında.
Artık köyler de şehirleşti ya da boşaldı; bu yüzden klasik "köylü hayatı" anlatmak yerine, köyden şehre göç edenlerin yaşadığı kimlik krizleri anlatılıyor esasta...
Göç edebiyatı, İnsanların köyden kente geçerken yaşadığı kimlik kayıpları, kültürel çatışmalar işleniyor.
Örneğin, Ayhan Geçgin romanlarında taşra ile şehir arasındaki "boşluk" duygusunu çok iyi anlatır. Taşra yalnızlığı, Artık köyden çok, küçük kasabalar ve şehirlerdeki yalnızlık duygusu işleniyor.
Barış Bıçakçı gibi yazarlar, şehirli bireyin içsel sıkışmışlığını müthiş bir incelikle ele alıyor.
Yani günümüz edebiyatında köy artık bir "mekan" olmaktan çıkıp bir hafıza ve melankoli konusu haline geldi. Çarpık kapitalist gelişmemin toplumsal süreç üzerindeki etkilerini, hayatın her alanında görmek mümkün...
Günümüzde bağımsız sinema da evrim geçirdi, özellikle 2010 sonrası: Eskiden daha çok "taşra ve yalnızlık" anlatılırken, şimdi toplumsal baskılar, bireysel çıkışsızlıklar ve kimlik sorunları ön planda. Görsel olarak daha deneysel işler yapılıyor; klasik hikaye anlatımının dışına çıkan yapılar tercih ediliyor.
Yeni nesil yönetmenler,
Emin Alper (Tepenin Ardı, Abluka), Toplumsal paranoyayı ve şiddeti, taşra atmosferi içinde işler. (Tepenin Ardı özellikle "iç düşman yaratma" temasını anlatırken taşrayı alegorik bir evren gibi kullanır.)
Pelin Esmer (Gözetleme Kulesi), Kırsaldaki bireysel suçluluk ve pişmanlık temalarını işler.
Ceylan Özgün Özçelik (Kaygı), Medya baskısını ve bireyin psikolojik çözülüşünü işler.
Ayrıca bağımsız sinema festivalleri (Adana Altın Koza, İstanbul Film Festivali, Antalya Altın Portakal gibi) bu tarz işleri desteklemeye devam ediyor. Bugün köy edebiyatı ve bağımsız sinema artık "köy" veya "taşra"yı doğrudan anlatmaktan çok, bu alanların insanda bıraktığı izleri, kimlik kaymalarını ve psikolojik derinlikleri konu alıyor. Eskiden "köylünün toprağı" anlatılırken, şimdi "bireyin zihnindeki boşluk" anlatılıyor diyebiliriz.
Yeni Türkiye Sineması’nda Kimlik ve Politika İlişkisi,
2000’lerden sonra özellikle Türkiye sinemasında kimlik meseleleri daha çok görünür hale geldi. Sinemacılar artık doğrudan bir "sistem eleştirisi" yapmaktan ziyade, bireylerin kimlik çatışmalarını, aidiyet problemlerini, baskı mekanizmalarını derinlikli bir şekilde işlemeye başladılar. Filmler, bireylerin modernleşen ama aynı zamanda baskıcılaşan toplumda nasıl yalnızlaştıklarını gösteriyor.
Etnik kimlikler ve azınlıklar,
Kürt, Alevi, Roman kimlikleri gibi Türkiye’nin görmezden gelinen kimlikleri daha fazla görünür oldu. Örneğin, Kazım Öz’ün (Fotoğraf, Zer) gibi filmleri Kürt kimliğinin arayışını işler.
Filmlerde doğrudan ya da dolaylı olarak devletin uyguladığı baskı, sansür ve şiddet mekanizmaları sorgulanıyor.
Emin Alper’in Abluka filmi, paranoya ve devlet korkusu atmosferini mükemmel bir şekilde yansıtır. İnsanların köyden kente göç ettikten sonra kimliklerini kaybetmeleri, yeni şehir yaşamında tutunamamaları sık işlenen konulardan biri oldu.
Yöntem olarak,
Daha sessiz, minimalist anlatımlar (Nuri Bilge Ceylan etkisi).
Uzun planlar, sessizlik, karakterlerin iç dünyalarına odaklanma.
Alegorik anlatımlar (metaforlarla sistem eleştirisi). Yeni Nesil Edebiyatta Göç ve Sınıf Çatışması, günümüz edebiyatında ise köyden kente göç, sınıfsal eşitsizlik ve kültürel kimlik kaybı çok daha içsel bir biçimde anlatılıyor.
Öne çıkan eğilimler, Göçmenlik ve aidiyet sorunu bağlamında, bugünün genç kuşak yazarları, sadece Anadolu’dan İstanbul’a değil, aynı zamanda İstanbul içindeki "sınıf atlamaya çalışan" bireylerin öykülerine odaklanıyor.
Örneğin, Hakan Günday (Kinyas ve Kayra, Az), sınır tanımayan bireylerin kimliksizliğini işler.
Artık klasik "topraksız köylü" figürü yok. Şehirde var olmaya çalışan, işsizlikle, düşük ücretle boğuşan genç bireyler anlatılıyor.
Sema Kaygusuz (Yere Düşen Dualar) gibi yazarlar modern şehirde kaybolmuş insanları güçlü bir dille işler.
Taşra modernleşmesiyle küçük kasabalar artık "gelişmiş" ama hala değerlerini tam olarak değiştirememiş yerler.
Yusuf Atılgan’dan bugüne taşınan "Anayurt Oteli" yalnızlığı, modern yazarlarca farklı şekillerde işleniyor. Dil ve üslup açısından, daha sade, kesik cümleler. İç monologlar, bilinç akışı teknikleri. Sosyal medya kültürü, dijitalleşmenin etkisiyle değişen insan ilişkileri yansıtılıyor. Yeni Türkiye Sineması, bireyin devlet ve toplum baskısı altında kimliğini koruma/yeniden kurma çabası üzerine odaklandı. Yeni nesil edebiyat ise göçle, sınıf atlama çabasıyla parçalanan bireysel kimlikleri, büyük bir melankoli ve yabancılaşma duygusuyla anlatıyor. Yani her iki alanda da artık mesele "köylü mü şehirli mi?" değil, "Ben kimim? Nereye aitim?" sorusuna dönüşmüş durumda.
Erdoğan ATEŞİN