- 355 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AŞILI GOYUNUMUN YÜNÜ ELLAAM
AŞILI GOYUNUMUN YÜNÜ ELLAAM!
Nasılda hemencecik geçiyordu acımasız zalim yıllar. Anasının yufka ekmek arası yağlı dürümünü eline aldığı gibi aşşık oynamaya koştuğu günler ne çabuk geride kalmıştı.
Askerden geldikten sonra sağda solda arkadaşlarıyla gününü gün etse de evde kendisinden ekmek bekleyen yaşlı anası, hanımı Safire ve küçük oğlu Ziya vardı.
Üç yıla yakın askerlik süresinde ellerindeki nasırlardan eser kalmamıştı. Muhannet için tekrar kazma kürek bel erzak damında onu bekliyordu. Köylük yerde amelelik, çitçi durmak, gündeliğe gitmek fakir köy delikanlılarının kaderiydi sanki.
Duran’ın köyünde iki bakkal vardı. Bu esnaflar yolların elverişli olduğu zamanlarda şehre gidip aldıkları ihtiyaçları at arabası, at ya da eşeklerle köye getirirler, kışın ise köyden ayarlayıp güvendikleri güçlü kuvvetli gençleri siparişlerini getirtmek için anlaştıkları ücret karşılığı görevlendirirlerdi.
Duran yazın sağda solda çalışır kışında bir arkadaşıyla bakkalların kendisine verdiği siparişleri şehirdeki tembihlenen toptancıdan alırlar, karın, kışın ve soğuğun zahmetini iliklerinde hissederek bin bir zahmetle köye dönerlerdi.
Bu gidiş gelişlerinde Duran şehirdeki bir toptancı ile samimiyet kurmuş, yerine göre neyin satılıp satılmayacağını ondan öğrenmişti. Beden gücüyle daha kaç yıl evini geçindirebilirdi. Günlerce bu düşüncelerle yatıp kalktıktan sonra birden çerçilik yapmaya karar verdi. Nede olsa evlerinde güçlü kuvvetli bir kır eşek, babadan kalma semer ve anasının dokuduğu nakışlı bir heybe vardı. Önceden tedariklediği üç beş lira gibi ufak bir ufak bir sermayeyle işe başladı. Sabahları gün doğmadan evden çıkıp köy köy gezerek akşam eve geliyordu.
İlk önceleri biraz zorlansa da zamanla işi kıvırmaya başladı. Köy köy gezerken bayağı müşteri tutmuş, onların güvenini kazanmış, bundan dolayı kendisini evinde misafir etmek için davetler bile almaya başlamıştı.
Müşteriyi çoğaltınca haliyle ihtiyaçlarda çoğalmıştı. Eşeğin taşıdığı yük hemen bitiyordu. Böyle az gelirle ev geçindirmek çok zordu. Buna bir çare bulmalıydı.
Zamanında babası Güccük Hoca başka bir köyden bu köye imam olarak gelmiş, köye ve köylülere alışmış, aradan geçen yıllar içerisinde bu köyden bir kızla evlenince buraya yerleşmiş, aradan geçen yıllar içerisinde dört oğlu olmuştu. Büyüyen oğullarından ikisi baba mesleğini öğrenince başka köylere imam durmuşlar, diğer oğlu da baba ocağına gitmiş bir daha gelmemişti. Günün birinde babası ne olduğu anlaşılmayan bir hastalığa tutulup ölmüştü. Babadan kalma bağ, bahçe, iki dönüm tarla yoktu ki bunları satsa da kendisine lazım olan at arabasını satın alabilseydi. İmamlığı öğrenmediğine şimdi o kadar pişman olmuştu ki.
Duran’ın anası yaşlı olmasına rağmen ıstar dokurken hanımı Safire boş durmaz, yerine göre kemre kesmeye, yufka ekmek yapmaya, yerine göre yaşlı evlerini temizliğe gider, kesesinde üç beş kuruş biriktirirdi.
Akşam yemekten sonra Duran çaresizliğin sıkıntısını anası ve hanımına anlatmakla onlarla paylaşmak gereği duydu. Sigarasından bir nefes çektikten sonra olanları anlatmada bir sakınca görmedi. Anası ve hanımı birden odayı terk edince “eyvah ben ne yaptım, keşke onlara bir şey demeseydim, şimdi belki de üzülüp ağlıyorlarlardır” diye düşünüyordu ki her ikisi de az sonra odaya gelip eteklerindekilerini ortaya döktüler.
At arabası ile birkaç yıl çerçilik yaparak evinin geçimini temin etti. Ticareti eskiye göre kat kat artmış, gezdiği köyler bu sayede daha da çoğalmıştı. Yolu akşama kalırsa içini yolların güvensizliğinden dolayı eşkıya ya da ne idiğü belirsiz kötü kişilerce soyulma ya da öldürülme korkusu sarıyordu. Bunlardan birisinde yakın köyden Deli Umar gece önüne kesmiş, bereket babasını tanıdığı için Umar bir avuç leblebiyle yakasını bırakmıştı.
Şehre eksik tamamlamaya gittiğinde toptancıya durumu açınca adamcağız “bak oğlum köyünüzün nüfusu bayağı kalabalık, oradaki ticaret aileni geçindirir, sen güvenilir birisin, eksiklerini benden çekinmeden tamamla parasını da istediğin zaman getir, sende param kalmaz oğul.”dedi.
Babadan kalma odalardan birisini bakkal dükkana çevireli aradan kaç yıl geçtiğini hatırlamıyor, aklında kalan sadece dükkanı açtıktan bir müddet sonra köylülerinin Almanya’ya işçi olarak akması, zamanla ceplerinin para görmesi, bakkala alış verişe daha çok gelmeleri, bundan dolayı da kendisinin köyünde hatırı sayılır bir bakkal olmasıydı.
Safire kadın ev işlerinin kolayını yaşlı kaynanasına bırakıp bir dakika boş durmuyor, arada sırada kocası şehre eksik tamamlamaya gittiğinde dükkanı çalıştırıyordu. Durumları biraz düzelince bir, sonra da iki inek daha almış, bunlardan evin sütünü, yağını, yoğurdunu temin ediyor, fazlasını da biriktiriyor, yerine göre bunları satarak eve dört beş koyun alma hesabı yapıyordu.
Çok hırslı bir yapısı vardı. Safire kadın fakir bir ailenin üç kızından en büyükleriydi. Fakirin kızını zengin alacak değil ya, gelin geldiği kapının da baba ocağından pek farkı yoktu. Gerçi köylü birkaç aile hariç genelde hep fakirdi de kocası tarafı köyün en fakiriydi. Oğlu Ziya’ya aş ererken canı bir salkım üzüm istemişti de bir omca bağları yoktu ki koparıp yesin. Sağ olsun köylüler bunu esirger mi. Çalışmaya gittiği evlerde gördüklerinde gözü kalp onlara imrenirken “bunlardan benim de olur mu ”diye iç geçirdiği çok olmuştu. Allah kösengiyi dibine kadar yakmazdı her halde.
Köyün geçimi çiftçilik ve hayvancılık olduğundan almak istediği koyunları bulmakta zorlanmadı. Biraz pahalıya alsa da koyunlar bu paraya değer, üstelik her yıl kuzular, biri seneye iki olurdu. Koyunları kaynanasının yardımıyla “belli olsun” diye köylük yerde adına ”aşı” denilen boya ile hiç üşenmeden fazla fazla sürerek yünlerinin rengini güzelce kırmızıya boyadılar.
İnekler, danalar, koyunlar, kuzular derken Safire kadın işlere yetişmez olsa da içindeki hırs kendisine güç veriyordu. Sabah ezanla kalkıp inekleri sağdıktan sonra sığıra katıyor, öğleye yakın dağlardan yaylımdan gelen koyunlardan biraz süt sağdıktan sonra kuzularıyla emiştiriyor, bu işte oğlu Ziya ve küçük kızı Yasemin kendisine yardım ediyordu.
Koyunlar ikindi vaktine kadar damlarının gölgesinde yattıktan sonra çoban ve çelteği tarafından toplanarak dağlara otlamaya gidiyor, geceyi dağlarda geçirdikten sonra sütle dolan memeleri tekrar sağılmak üzere öğleye yakın köye dönüyorlardı.
Bu aylarca devam etti. Safire kadının gözleri küplerde biriken yağları satarak elde edeceği paraları düşündükçe gözleri ışıl ışıl oluyordu. Hesap edemediği her sevincin bir üzüntüsü olmasıydı.
Öğleye yakın sıcakların bastırıp sineklerin ortada cirit attığı bir vakitte koyunlar kuzularına meleşerek eve geldiler. Safire kadın onları tek tek okşayarak çatal kapıdan içeri alırken kızı da süt sağılacak kuşaneyi elinde tutuyordu. O da nesi koyunlardan birisi eve gelmemiş, kuzusu anası için meliyordu. Gelir diye beklemeleri boşunaydı. Önce konu komşuya, sonra rastladıkları köylülere sorsalar da aramaları boşunaydı. Bakkal Duran “belki şeytana uyup çoban Sarı Memmet koyunu arkadaşlarıyla yedikten sonra kuyruğunu ‘canavar yeniği’ yapar getirir” diye beklese de bu da olmadı. Çobanı yemin billah edip sıkıştırsa da elleri boşa çıktı. İşin gerçeği çoban Sarı Memmet bunu yapacak birisi değildi. Yetim kalan kuzuyu Safire kadın biberona benzer bir şişeyle besledi.
Aradan bir ya da iki ay geçmesine rağmen koyundan ses seda çıkmamıştı. Koyunun acısını içinden atamayan Safire kadın ev işlerini kaynanasına bırakıp biraz dedi kodu yapmak amacıyla eline kirmenini alarak epeydir görmediği halasının kızı Döne’nin evinin yolunu tuttu.
Ev yüksek sayılacak, dar sokaklardan oluşan, doğru dürüst olmayıp sellerin yırttığı bir yolla ulaşılan bir yerdeydi. Safire kadın yolda karşılaştığı ve ‘kendisine geçmiş’ olsun dileklerinde bulunan kadınlarla hasbıhal ederek yürüdüğünden vakit biraz uzamıştı. Ev yolun kenarındaydı. Eve beş altı metre kala yolun yırığından kırmızı renkli suyun aktığının farkına vardı. Bu da neyin nesiydi “yosam Döne evde astap mı yıkıyo da irengi suya mı solmuş acep” diye düşündü.
Çatal kapı aralıktı, içeriye süzüldü, gördükleriyle hafif şaşırdı, ortaya yığdıkları koyun yünlerine kızı Sultan kovayla su dökerken anası Döne’de bunları ayağıyla çiğniyordu. Kapıdan geleni fark etseler de başlarını o yöne çevirip işlerine devam ettiler.
-Oooo halam gızı golay gelsin, maşallah heç boş durmuyonuz, hayırdır neyin bu yünler, yosam goyun mu aldınız bunlar onun yunları mı” demesiyle birden kaybolan koyununun sızısı tekrar içine kor attı. Şüphe düştü aklına, hem de ne şüphe.
- Oooo sen misin dayım gızı, sen buraları bilirmiydin, siz zengin oldunuz gayri, biz fakır galdık, tenezül idip bize gelecek daalsiniz ya. Bizde gızım la boş durmuyalım diye yun yıkıyoduk.”
Hal hatır sormalar, dedi kodu yapmalar, ortaya konan yarı yağlı ayran Safire kadının içli yüreğindeki şüpheyi dindirmiyordu, bunu onlara nasıl anlatacak, aldığı cevapla nasıl tatmin olacaktı. Eniştesi Hüseyin köylülerince ‘tekin birisi’ olarak anılmazdı.
-Doğru diyon halam gızı, biz zengin olduk siz fakır galdınız amma maşallah kırmızı aşılı yün yıkamadan da elden geri galmıyonuz dağalmi, bunun gaynağı acep nerden geliyo.” Bakala sokağa bile daşın bile gırmızılaşmış
-Heç sorma dayım gızı, enişten arkadaşlarıynan şaar bazarından goyun getirip yinik yimişler, enişden goyunun yunları ariye gitmesin diye gırkmış, bende aşısını yıkıyom ki yasdık dolduracağam.”
Olanlardan haberi olmayan halasının kızı Döne farkında olmadan her şeyi apaçık ortaya dökmüş “AŞILI GOYUNUMUN YÜNÜ ELLAAM” diye şüphelenen Safire kadın o zaman işin gerçeğini anlamıştı.
ERDOĞAN ÇALIŞKAN 04 10 2019 KIRŞEHİR GERÇEK YAŞANMIŞ hikayeler
Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmıyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.