- 529 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Adı ' Şirin' türü öykü hikayesi yazı metninde olduğu gibidir. Emekli öğretmen Bekir Beyler aile dostumuz kafes kuşları vardı. ' şırın' diyorlardı. Birgün açık camdan pır uçuş o uçuş olmuş
Ş i r i n
( Öğkü )
-Bekir Hoca’ya-
Bekir Hoca emekli öğretmendi. İkramiyesiyle bir daire alıp;
Ankara’ya yakın olması nedeniyle Hasanoğlan Beldesine yerleşmişti.
Hanımı da öğretmendi, hala görevdeydi.
Hoca günlük gazetelerini okuduktan sonra, en çok, muhabbet
kuşuyla zaman geçiriyordu. Bir süre yabancılık çektilerse de alıştılar
birbirlerine. ‘Şirin’ adını vermişlerdi.
Eğitimciydi; “kahveane kültürüm yok!” der,gitmez, sevmezdi
.’Hem harcanan zamana;hem o kirli,dumanlı,isli pisli havaya!..’ derdi.
Şirinle eğlenmesi yetiyordu,hocaya. Konuşuyor, yemini,suyunu veriyor,
temizliğini yapıyor… Bir de komşu,hemşehri,aile dostlarının
5- 6 yaşlarındaki oğulları,Burak’ları vardı ki… ikisiyle eylenmek,vakit
geçirmek her şeye bedeldi,hoca için…
Bir kış böyle geçmiş ve bahar gelmişti… Güzel, güneşli
bir bahar günü; Şirin, camdan bakıyor; ağaçları, uzayıp giden kırları görüyor…
baktıkça canı gidiyordu gibiydi…
Bu eve geleli nerdeyse bir yıl olmuştu. Küçüktü; tüyleri yeni
biten sarı çiçekler gibiydi. Kendisini kuşçudan alan bu adamın emekli bir
öğretmen olduğunu zamanla anlayabildi. Üniversitede okuyan kızı, lisede
okuyan oğlu olan… Eğitimci bir aile içindeydi;halinden memnundu!
Hepsini çok seviyordu! Onlar da kendisini seviyor, adeta paylaşamıyorlardı..
Apartman dairesiydi evleri. Komşuların çoğu da kendisine alışmış;
kendisi de ona ve onlara…
Adı “Şirindi”. Gel şirin, git şirin!
Şirin; adı gibi şirindi!
Burak’ın kendisini kıskandığı bile oluyordu. Çocuğun
kıskanmaya hakkı vardı. Herkes onunla ilgileniyor, onu seviyor…
Hemen hepsinin maskotu, eğlencesi, sevgilisiydi sanki. Omuzlarına,
başlarına, sırtlarına konuyor, saçlarını gagalıyor, didikliyor…
Hele hocanın çıplak kafasına konup gagasıyla “tık! tık!..” vurmaya
bayılıyordu,adeta. Çiçeklere, ahizelere, kitaplığa konar, oralarda kanat
çırpar, güzel sesiyle “cik! Cik!..” ötmesiyle; evin kızı:
“Ne var, temizlik mi, tamirat mı… azıcık da sen yap!…”
deyince; hoca hemen müdahale eder:
“kızıma laf yok, o daha çok küçük ablası…” der, arka
çıkardı .
Apartman içinde katları dolaşır, hangi kapıyı açık bulursa
oraya girer “pır, pır!...” kanat çırpıp ordan oraya dolaşmaya, herkesin
peşinde koşmasına bayılıyor gibiydi.
Tüm bunlar çocukluk çağı sevgisi,neşesi ve mutluluğuydu!..
Hepsi iyi, güzeldi de artık büyümüştü…Buluğ çağına,
ergenlik çağına gelmişti…dışarıya çıkmak, kırlarda, ağaçlarda uçmak,
dolaşmak, arkadaş edinmek istiyordu…Kafeste hep yalnız kalmıştı.
Kendisine bir eş, bir arkadaş bile getirmemişlerdi. Sevmek, sevilmek,
sevişmek istiyordu… Her sevginin ayrı bir çağı, ayrı bir yeri vardı. Hele
bu yaşlarda, doğanın muştuladığı; karşı cinse duyulan sevgi…Anne olma
güdüsü,arzusu!.. Hiçbir şey, hiçbir duygu onun yerini alamazdı…
İşte şimdi onun özlemini duyuyor, onun dayanılmaz hasret ateşi
içindeydi…
Dışardan gelen sesleri duydukça içi gıdıklanıyor,
bir hoş oluyordu. Kendi cinslerini ancak camdan görebiliyor, seslerini
ancak uzaklardan işitebiliyordu. Kendi dilini bile doğru dürüst
öğrenememişti. Ötmediği, dışarıdan gelen seslere cevap vermediği
ondandı. Evdekilerin öğrettiği bir iki kelime ile insan dilini konuşuyor
gibi herkesi güldürüp, eğlendiriyordu.İyi hoşta hem cinsleriyle konuşamıyor,
sevinçlerini dünyalarını paylaşamıyordu.
Hocanın evde olmadığı günler, sabahaları herkes işine,
okuluna gidiyor; kapıyı üstüne kilitliyor; akşamları açıyorlardı.
Akşamları evdekiler; girip çıkan komşular, oturmaya gelen misafirler
hep kendisi ile oynayıp sevme duygularını tatmin ediyorlardı.
Ama onu,onun iç dunyasını anlayan yoktu.O hep bir özlem
duygusu içindeydi. Bazenkendince kuş dilince onu söylüyor,
onu anlatıyordu da;
evdekiler anlamadıkları için: “ne güzel ötüyor” diyor; gülüyor
,seviniyorlardı.
Oysa, o, hep içindeki özlemleri şarkı edip, ezgi edip söylüyor,
söyleniyordu!.. Gözü hep dışarıda, kulağı hep dışardan
gelecek hem cinslerinin sesindeydi.Ergenlik çağına girdiği bu günlerde
ise sırf gözü kulağı değil; gönlü de dışarıdaydı.
-1-
İşte bu gün, mayısın ortaları ağaçların çiçeğe büründüğü,
akasyaların kokusunun çevreyi sardığı, kuş cıvıltılarının sarhoş ettiği bu
güzel bahar günü; bir fırsatını bulup “pırrrr!..” Ağaçlarda kendisini
çağıran seslere… hem cinslirinin yanına…
Ömrün çok kısa…
Bir lalenin açılıp solması; bir kelebeğin ömrü misali…
“Bir varmış; bir yokmuş!...” misali olduğunu biliyor
gibiydi.
İlk kez kanatlı olduğunu anlamış;kanat olmanın tadını
çıkarıyor olmalıydı!..
Vakit akşamdı.
Şirin ortalarda yoktu!...
Evdekiler, komşular koştular, koşuştular!.. ağaçlarda,
bahçelerde.,. yoktu.Karanlık basmış,kuşların sesleri,cıvltıları kesilmiş!..
Şirin hala ortalarda yoktu!… Akşam evde tam bir matem vardı.
Beri yaündan:
‘Ama olsundu; şirin ağaç dallarında,yeşil yapraklar arasında,
hem cinslerinin yanında;belki bir de sevgili bulmuştur, mutludur; keyfine
diyece olmamalı.’Düşünce ve tesellisindeydiler…
Sabah ışır ışımaz, hoca, evlerinin 150-200 metre kadar
ötesinde bulunan dere boyu ağaçlığa koştu. Çok umutluydu; Şirin fazla uzaklara
gitmiş olamazdı. Gece boyu şen şakrak kuş seslerinden, şirinin orada, ağaçlıkta,
hem cinsleri arasında olduğuna emindi. Özlemini giderdiğini “belki de
nişan ya da düğün şenliği yapmakta olduklarını” düşünerek ayrıca,
keyiflenmişti de hoca…
Hoca ağaçlığa yaklaşmıştı ki; bir av tüfeği sesi duydu;
“bamm!...ğuşşş!..” Vadi sallandı,inledi… kuşlar ürküp; çığlık çığlığa uçuştu!…
Hoca irkildi, içi sızladı…Yaklaştı, yaklaştı… ne görsündü!...
Eski öğrencilerinden biriydi, ağaçlıktaki ve dalında asılı av tüfeği;elinde,
kanlar içinde başları sallanan 3-4 kuşcağız!.. Ürperti ve tiksintiyle baktı, baktı!..
Ah bakmaz olaydı,görmez olaydı!
İçlerinde sarı bir çiğdeme benzeyen Şirin’n başı sallanıyordu…
Bu görüntüler emekli öğretmeni çok üzmüş, üzmekten öte
perişan ve ağlamaklı etmişti.
“Bu kuşların etine mi ihtiyacın vardı,sadist ruhunu mu
tatmin ediyorsun” dedi,çıkıştı.Gözleri yaşarmış, dudakları, eli, ayağı titriyordu.
Eski öğrencisi: “ hocam, bir ben miyim;beni mi gördünüz!.
dediyse de hocası sözünü kesti;
“ Allah hepinizin belasını versin!... Çevrede canlı bırakmadınız…
Nesillerini tükettiniz, nesillerini… Size bunu mu öğrettik… Yazıklar olsun!!…
yazık!..” diyerek azarladı.
Bir iki adım yaklaştı, sağ elini ona doğru uzatarak:
” Şu hale bakın, şu hale!... Vahşet!... sabah sabah,
vahşet!...”
Avcı, kanlar içinde başları sallanan kuşları kast ettiğini
anlamıştı, utandı, yere bakındı… O da ağlamaklıydı.., titrek dudakları
sarında sarsıla sarsıla:
“Hocam, dedi, tövbe olsun, tövbeler!.. hocam!...”
Elindekileri çimenliğe bıraktı;
Av tüfeğini dereye doğru fırlattı.
“Tövbe!..” derken içindeki günahtan arınmak,kurtulmak;
elini kandan temizlemek istercesine silkmiş, avucunu açmış bakıyor,
bakıyordu; eğildi, bir avuç toprak aldı ellerini uvdu,ovdu!..
Hoca, çimenlikler üzerine bırakılan kimi ölü, kimi henüz
yaralı kuşlara yaklaştı, hıçkıra, hıçkıra “Şirin!.. Şirin!..” diyor, inliyordu!
Güneş dağları,yamaçları… tutmuştu..
Ağaçlıkta kuşlar cıvıl cıvılıdı… Matemli bir cıvıltı,bir
ağıttı sanki!
Evdekiler balkondan bakıyor, hala umutla el
allıyorlardı!..
Mustafa
1995
Elmadağ / Ankara
Bu öykü: "Göller Yöresi Edebiyatçılar Derneği"yarışmasında
Zuri Özel Ödülüne layık görülmüştür. Başkan Melahat Hanımın imzasıyla.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.