- 733 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Arkamda Bıraktığım Şehir
Bir kıpırtı, bir çeşit uyanış, bir yeniden başlangıç gibi… Tıpkı suyun dallarına yürümesi gibi bir çiçeğin… “Toprak sulandı, çapalandı mı, birileri dokundular mı ona ellerinden çok yürekleriyle” dedirten, gerideki birkaç ya da daha çok insanın ruhlarını üfüren yüzümüze…
Burada tam da o türden bir rüzgâr var işte! Bakkala ekmek almaya gittiğimde kasanın başındaki o babacan, güngörmüş adamın yüzünden esti ilkin uzun uzun. “Hoş geldin” der gibi hiç acele etmeden, uçurdu saçlarım gibi her bir parçamı da sanki. Geleli bir hafta olmuştu gerçi… Ama alış veriş için ilk kez çıkmıştım. Misafir olduğum için böyle işleri bana yaptırmıyorlardı. Bunun bir iş değil keyif olduğuna teyzemi ikna etmek için yarım saat dil dökmem gerekmişti bu yüzden.
O nur yüzlü adamın “Ne istedin kızım?” derkenki o sıcacık kucaklayışı, karşısındakini koca bir ailenin ferdi yapan kabulleniş hali, birkaç saniye kelimeleri sese dönüştürmemde müşkülat çekmeme neden olacak bir nefes sıkışıklığı yaratsa da, hissettiklerim yanında önemsenmeyecek kadar küçük bir ayrıntı olarak kalıyordu bu durum. Elime bir hediye paketi tutuşturulduğu ya da kardeşimin ya da herhangi bir yakınımın gözlerinde, az sonra çok sevineceğim bir haber vereceğini müjdeleyen bir ışıltıyla “sıkı dur” dediği andaki o yürek çarpıntısına eşlik edenle aynı türden bir nefessizlikti bu. Ardından koca bir gökyüzü ve bol nefes vaat eden…
Böyle küçük bir kasabada henüz havalar yeterince ısınmamışsa, ama güneş de o kadar uzaklarda olmadığını müjdeleyen ılık dokunuşlarda bulunuyorsa ikide bir… Tıpkı doğanın uyanmaya başlamasına benzer bir hareketlenme hali, bir kaynaşma gerçekleşmeye başlar içinde. İnsan sesleri şehirlerdeki gibi her şeyi örtmediğinden, yakınlarda bir yerde usul usul akan bir derenin şırıltılarını duyar gibi kendi ayak seslerini de duymaya başlarsın… O şırıltılardan, kuş seslerinden çok da ayrı düşmeyen, onlar kadar dışında ama bir yandan da yine onlar kadar senin bir parçan olan seslerdir onlar. Bir çeşit yansımandır aynada. Bakkal amcanın yüzü gibi “hoş geldin evine” diyen kocaman bir gülüş, senden çıkıp dokunamayacağın kadar ötelere giden bir çeşit uzanış…
Sanki evinde hiç ayna olmayan birinin el yordamıyla keşfetmesi gibi bedenini, yüzünü… aynen öyle görmeye çalışırsın kendini, çevreni saran şeylerde. Oysa az önce koca bir aynada yüzleşmişsindir kendinle. Uykuyu savurmak için üzerinden, yüzünü iyice bir yıkamış, üşütmüşsündür. Üşümen gerekir çünkü o rehavetten kurtulmak, kozandan çıkıp güne başlamak için… Yoksa yatağının sıcacık ana kucağına kaçman an meselesidir. Bu yüzden bol su vurmalı, iyice bir üşütmelisindir yüzünü… Uykuyu çok ötelere savurup uyanık bir zihnin seni çabuk sıkılan, oyun isteyen bir çocuk haline getirmesini beklemelisindir. Beklemesen de mızmızlanmaya başlar zihni uyanıklara mahsus o afacan çocuk ruhun zaten… Yeter ki gerçekten bir uyan…
Ama ben de tam bundan kaçmadım mı zaten, buraya gelirken? O anlamsız hengâmesinden şehrin… Çocukça hilelerden, oyunlardan… İnsanların bitmeyen var oluş sorunu anlamsızlıktan kaçmak için olmadık anlamlara bürümesinden hiçbir anlamı olmayan, minicik şeyleri… O yüzden bir parça uykulu bırakmak istedim belki de zihnimi. Küçük çocuğu olan bir anne gibi işleri bitirmeyi bekledim uyandırmak için onu. İşin garibi; içimdeki arsız, hiçbir şeyle yetinmeyen o çocuk yanım uyukladıkça; diğer parçam da daha bir silkinmeye, uyanmaya başladı gitgide. Üstelik çok daha söz dinler biriydi o. Sürekli heyecan aramayacak kadar yorulmuş, dingin bir köşe arayan, beni ta buralara getiren yetişkin yanım yani…
Bazen o da bir çocuk olabiliyordu gerçi… Bir yetişkinin asla aklına gelmeyecek şeyler ilgi odağı haline gelebiliyordu bir anda. Bir kelebeğin çiçekler arasında gezinmesini seyretmek, derin derin temiz havayı solumak gibi şeylere saatlerini feda edebiliyordu mesela. Tembel bir çocuktu yani. Ama en önemlisi de; yaramaz ya da uslu kavramlarının ötesinde tüm çocuklarda var olan bir özelliğe sahipti: Hayatın mucizesi karşısında şaşırabilme yeteneği…
Elimde gazete ve taze taze kokan iki sıcacık ekmekle yolda giderken aynı şaşkınlığı duyuyordum ben de. Ayak seslerim yine çok tanıdık ama bir o kadar da yabancı, beni bana gösteren bir ayna halinde eşlik ediyorlardı bana. Buraya geldiğimden beri alışmıştım artık bu duruma. Önceden ayakkabımın topuğunun kaldırıma değerken çıkardığı o tıkırtılar üstünde bir an bile durulmaya değmeyecek kadar sıradan, gözüm kaşım kadar bir parçam olan sesler olarak yer alıyorlardı zihnimde. Elimi ya da bedenimin herhangi bir parçasını zaman zaman nasıl unutuyorsam, ayak seslerim de benim için aynen öyle bir yerdeydi. Ama burada garip bir şey olmuştu bana. Bedenime yabancılaşmaya başlamıştım sanki.
Her zaman yaşantımda var olan, çok değerli birini sevmenin neye benzediğiyle ilgili bir şeydi bu. Çok yakından bakmanın yarattığı körlükle… “Seviyor musun onu” sorusuna yarı öfkeli, “Sevmez olur muyum, o benim teyzem, dayım, kardeşim…” demek gibi… Kullanıla kullanıla içi boşaltılan, ilk baştaki anlamından çok ayrı bir yere götürülen bir kelime gibi ya da… “Aşkım” demek gibi mesela… Kedine de sevgiline de kendisiyle hitap edebileceğin kadar merkezinden uzaklaştırılıp, birbiriyle hiç ilgisi olmayan şeyleri aynı şeye indirgeyecek kadar geniş bir alana yayılan bir anlam alan, laçkalaşan gitgide…
İşte ben de kelimelere gerçek anlamlarını vermek için gelmiştim buraya belki. Ayak seslerime, nefesime, diken batan parmağıma, duyduğum acıya… Başlangıçtaki anlamına dönmesi için bir şeyin, geçilmesi kaçınılmaz o süreci yaşıyordum şimdi: Yabancılaşıyordum yani…
Birden izlendiğimi hissettim. Biraz soluklanmak üzere bir duvara oturmuştum az önce. Dereyi görebiliyordum bulunduğum noktadan… Ve ben de bu imkândan sonuna dek yararlanarak büyük bir iştahla seyretmeye başladım onu hemen, sanki bir an gözlerimi üzerinden çekecek olsam oradan çekip gidecekmiş gibi… Eve gidip benden kahvaltı için ekmek bekleyen teyzemin hazırladığı sofrada bir şeyler atıştırdıktan sonra hemen buraya atacaktım kendimi. Üstelik o ruhumu yıkayan şırıltıların kaynağına çok daha yakın bir yere… Belki bir kitap da alırdım yanıma. Gerçi okuyacağımı hiç sanmıyordum ya… Kitapların her zaman çok başka bir yeri olmuştu dünyamda. Şehrin karmaşasından kaçtığım sığınağım olmuş, bu dere gibi aradığım o dingin köşeyi sunmuşlardı ruhuma. Ama şimdi tam da oradaydım işte… Beni koca bir keşmekeşte kaybeden o yerden kaçıp sığındığım; içimdeki o meraklı çocuğu özgürce salabileceğim kadar masum, el değmemiş…
İşte bunları düşünürken onun gözleriyle karşılaştım. Arkamda bıraktığım şehirden gölgeler vardı yüzünde. Buranın insanlarında olmayan, büyük şehirlilere mahsus bir tavır; onu arkasındaki ağaçlardan, önünden geçen dereden ayıran bir şey… Bakışlarıydı belki farklı olan… Bura gençlerininki gibi kaçmıyorlardı bir kızın yüzüne değdiklerinde. Başta huzursuz oldum bir parça… “Ya şırıltıları duymamaya başlarsam yine” dedim, “zihnim yine dır dır etmeye başlarsa?” Ama daha üzerinden birkaç dakika geçmeden çok gereksiz olduğunu anladım böyle soruların. Böyle bakışlarla önceden de karşılaşmıştım ve bu nedenle de çok iyi biliyordum: Onlar beni boğan o hengâmenin çok dışında kalan bir yere aitlerdi. Bulundukları yerden ayrılmalarını sağlayan bulutsu bir örtüyle çevrili olarak, özerk bir bölgeden uzanıp tatlı tatlı dokunuyorlardı insana. Bir çocuğun durduk yerde tebessüm etmesi gibi birden… Ya da yaşlı bir kadının yorgun bedenini dinlendirmek için oturduğu bankta yüzünü güneşe verirkenki o derinden bütünleşmişlik hali gibi çevresiyle… Kaçtığım değil, aksine sığındığım; sıkıldığım o oyundan beni çekip çıkaracak kadar içine alan… Tıpkı kitaplar gibiydi onlar da.
Yani çok da tezat düşmüyordu aslında, bu dereyle onun yerine yüzümü seyretmeyi tercih eden bu genç… İkisi de varlıklarıyla bana tebessüm ediyor, bir uzantım yapıyorlardı kendilerini böylece.
Ama ben yine de işi garantiye aldım, şehri peşimden sürüklememek için… Daha öteye gitmesine izin vermedim o sorgulayan, tebessümüne bir karşılık bekleyen, “daha ne bekliyorsun” diyen gözlerin… Kararlı bir tavırla ayağa kalktım ve arkama döndüm. Çünkü işin içine aşk girerse gerçekleşmesi kaçınılmaz o dönüşüm başlayacak; oyun seven, hilebaz yanım çıkacaktı ortaya yine. O uyanmasın diye az çırpınmamıştım buraya geldiğimden beri. Bu yüzden öyle beğenerek, beni güzel bir manzaraya döndürerek bakmaktan öte bir adım bile gitmemeliydi o göl misali, yemyeşil gözler. Ilık bir esinti gibi dokunmalılardı yalnız, belli belirsiz. Eğer bir daha karşılaşırsak hadlerini bilmelilerdi.