Will Price'ın sıradışı mektubu
bir Necronomicon hikayesi...
Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Aslında tam olarak neyle karşı karşıya olduğumu bile bilmiyorum. Ellerimin titremesinden ilk başta yazmakta başarılı olamadıysam da, alkolle birlikte aldığım sakinleştiriciler titremeyi ve korkuyu bir nebze hafifletti. Vaktimin çok azaldığını hissediyorum. Umarım onlar gelmeden önce içtiğim ilaçlar bu işe bir son verir. Şimdi henüz yazabiliyorken geçtiğimiz yıl, yani 1926’dan itibaren başıma gelen ve neredeyse aklımı kaçırmama neden olan olaylar silsilesinden bahsetmek istiyorum.
Bir kaç yıldır Londra’da haftalık yayın yapan Pavillion dergisinde kısa kurgu ve makaleler yazarak geçimimi sağlıyordum. Geçen yıl yaşayan tek akrabam olan dayımın vefat haberiyle birlikte ardında bana yüklüce bir miktarda para ve eski bir ev bıraktığı haberini aldım. Ev Portsmouth’daydı ve tek vasi olarak gidip işlemleri halletmem gerekiyordu. Artık param vardı, bu işte çalışmak ve Londra’nın yorucu ortamında kalmak zorunda değildim. Böylelikle Portsmouth’a, dayımın bana bıraktığı eve taşınmaya ve yazı yazmayı da hobi olarak sürdürmeye karar verdim. Portsmouth’a vardığımda beni avukat karşıladı ve merkezin biraz dışında bulunan Anglikan Kilisesinin iki blok doğusundaki eve götürdü. Açıkçası ev beklerken küçük bir sarayla karşılaşmıştım. 17.Yüzyıldan kalma, taş örme, büyük bir kapısı ve kuzey cephesinde küçük bir kulesi bulunan, daha önce bir Lord’a ait olduğunu tahmin ettiğim küçük bir saraydı bu. Kısa sürede yerleştim ve bazı bölümlerini kendi isteğime göre dizayn ettirdim.
Kulenin tam altına gelen ve kapakla inilen bir şarap mahzeni bulduğumdaysa sevincim katlandı. Burada paha biçilmez yıllanmış şaraplar vardı ve sadece bunlar bile bir servetti. Bir de mahzenin bir köşesindeki tek parça rafta duran ve üzeri örümcek ağlarıyla kaplı bir çuval buldum. Çuvalın içinden 20’ye 15 inç genişliğinde kalınca bir kitap çıktı. Kitap arap harfleriyle yazılmıştı ve oldukça eski görünüyordu. Kitabın üzerinde silik biçimde bir sembol vardı. Bir yıldızın üzerinde eski yunanca lambda ve khi harfleri vardı. O an için fazla ilgilenmedim, kitabı yanıma alıp yukarıdaki kitaplığın raflarından birine bıraktım.
Bir kaç hafta sonra eve çağırdığım temizlikçi, neredeyse üç metre yükseklikteki kitaplığın tozunu alırken en üst raftan bir kitap düşürdü. Defalarca özür dileyerek yerine koymak istedi ama önemli olmadığını söyleyerek evine gönderdim. Çünkü kitabın üzerinde bir sembol vardı ve bu geçenlerde mahzende bulduğum kitaptakiyle aynıydı. Kapağı açtığımda karşılaştığım yazı şuydu "Ölüler Kitabı". Kitap baştan sona İngilizceydi ve el yazısıyla yazılmıştı. Sanırım tercümeyi dayım yapmıştı. Arapça’yı nasıl biliyor olabileceğini düşünürken bir köşeye oturup kitabı incelemeye başladım. Başlangıçta kitabın müellifi olduğu anlaşılan bir Arap’tan bahsediliyor. Daha sonra tufan öncesine dair bilgiler, Tevrat ve İncil’deki ayetlere benzer bölümler, ölüleri diriltme, dünyanın sahipleri olduğu belirtilen eski bir ırk, daha önce hiç karşılaşmadığım matematik ve geometri formülleri ve en ilginci ise simya hakkında bilgiler bulunuyordu. Daha yüzlerce binlerce ilginç bilgi ve konu vardı. Dehşete düşmüştüm. Bazı sayfa aralarında dayımın aldığı notlar vardı. Bunlarda ölü diriltme ile ilgili bir plan, simya deneyleri ve formüller bulunuyordu. Dayım bunca zenginliği simya ile sağlamış olabilir miydi? Peki ölüleri diriltme de neyin nesiydi? Bu sorularla kafam allak bullak oldu. Hemen avukatın yanına gittim. Çünkü dayımın buralarda başka yakını yoktu. Hiç dost edinmemişti. Avukata Arapça olan kitaptan bahsettim ve sembolü anlattım. Kitap hakkında hiç bir bilgisi yoktu, ancak haftaya Londra’ya gideceğini, eğer kitabı vermek istersem, orada sahaf olan bir arkadaşına gösterebileceğini söyledi. Belki bir şeyler bulabiliriz umuduyla kabul ettim.
Ertesi hafta avukata kitabı verdim ve bu ikisini son görüşüm oldu. Yerel polisin söylediğine göre şehirlerarası yolda haydutlar yolunu kesmiş, üzerinde ne varsa almış ve avukatı da öldürmüşlerdi. "Kafası kesilmiş" dedi polis memuru. "Peki herhangi bir eşyası kalmış mı, kitap gibi bir şey?" diye sordum. "Hayır hiçbir şey yok, kafası da dahil" diye cevap verdi. Bu olaydan sonra dört-beş ay olaysız geçti. Tabii ki bana göre olaysızdı, çünkü çevrede dolaşan boş mezar söylentileri ve denize doğru yürüyüp kaybolan insanlara dair haberler benim ilgimi çekmemişti. Aradan geçen dört-beş ay boyunca bir daha bendeki çeviri kitaba bakmamıştım. Bir gün Londra’dan bir arkadaşım yemeğe davet etti. Hem hasret giderip, hem de bir kaç gün kalırım diye düşündüm. Yola çıkacağım sırada kitap aklıma geldi. Gitmişken sahaflardan birine gösterebilirim düşüncesiyle kitabı da yanıma aldım.
Londra’da birkaç gün arkadaşlarla takıldıktan sonra, Thames’e çıkan sokaklardan birinde bodrum katında oldukça eski olduğuna kanaat getirdiğim bir sahafa girdim. Önce biraz kitapları inceledikten sonra sahafa durumu anlattım. Orijinalinin kaybolduğunu, elimdekinin çeviri olduğunu söyledim ve eline buna benzer bir kitap gelip gelmediğini sordum. Sahaf kitabı gördüğünde irkildi ve az kalsın nefesi kesiliyordu. Tek kelime etmeden beni kapı dışarı etti ve ardımdan da kapısını kilitledi. Oldukça şaşırmıştım ve bu davranışlara o anda bir anlam verememiştim. Sahafın en doğru şeyi yaptığını sonradan anlayacaktım.
O günden sonra bende devamlı takip ediliyormuşum hissi başgösterdi. Her köşede bir karaltı, her sokakta arkamda bir tıkırtı vardı sanki. Geceleri garip rüyalar da görmeye başlamıştım. Kendi kendime evhamlandığımı düşünüyordum. Ta ki bir gün şarap mahzeninden toprak kazılıyormuşçasına sesleri duyana kadar. İlk başta yine zihnimin bir oyunu sandım. Ancak dikkatle dinlediğimde garip iniltiler de geldiğini farkettim. Korkudan ne yapacağımı şaşırdım. Şarap mahzeninin kapağını kilitleyerek üzerine gümüş eşyaları koyduğum bir sandık çektim. Kendim de evin en üst katında bir odaya kendimi kilitleyerek sabahı bekledim. Gece boyu aşağıdan mahzen kapağını zorlama sesleriyle neredeyse aklımı yitiriyordum. Sabahın ilk ışıklarıyla birkaç parça eşya ve bolca nakit para alarak kendimi limana attım. Kitabı da almayı ihmal etmemiştim. Fransa’ya giden bir gemiye atlayarak alelacele oradan uzaklaştım.
Neredeyse bir yıldır hareket halindeyim. Fransa, İspanya, Tunus, Türkiye, Hindistan ve daha bir çok ülkeden sonra sonunda Amerika. Türkiye’deyken kitabı gösterdiğim bir sahaf bu kovalamacadan sağ çıkamayacağımı söylemişti. O anda pek inandırıcı gelmemişti ama daha sonra Hindistan’da Mumbai’ın liman mahallesinde denizden çıkan garip şekilli adamlar tarafından az kalsın öldürülüyordum. Artık yolun sonuna gelmiştim. Şu an burada New Orleans’ta, voodoo büyüleriyle uğraşan zencilerle dolu bu gettoda tılsımlarla korunmuş bir kulübede etraftan gelen inilti ve çığlıkları dinleyerek beni bulmalarını bekliyordum. İnsanların hazır olmadığı bu kitabı ifşa etmiştim ve kitabın kadim bekçileri tarafından cezalandırılacaktım. Kitabı olduğu yerde bırakmalı ve hiç dokunmamalıydım.
Ve işte tılsımlar işe yaramıyor, kapıyı kırıyorlar... korkudan kaskatı kesiliyorum... damarlarımdaki kan çekiliyor adeta... ölüyorum...
YORUMLAR
Kendi kendine oluşan olayların o sürükleyici hazzını hissettiren bu öyküyü okurken , kahramanın üzerindeki ruhsal tesirini biraz daha yoğun hissetmek istediğimi fark ettim..öykü bu anlamda biraz daha yoğunlaşabilir diye de düşündüm..Sırlı bir kitaptan bahsediyorsak bunun öykü kahramanın kişiliğine yansımalarından da etkilenmeliyiz okuyucu olarak. Hele ki ölüleri diriltme üzerine yazılmış gizemli bir eserse elimizdeki.
Bu öyküde aradığım şu oldu, bizi bir anda yüksekliğe çıkarıp tepetaklak etmeli ..elimizdeki kitap ölüleri dirilten bir kitap..
Kahramanın duyguları kitabın sesini bastırabilmeli.
Selâmlar.
grafspee
aleykümselamlar.
Zamansızlıktan , bir göz atayım derken bir baktım okumuşum :)
Bu da şunu gösteriyor ki gerçekten sürükleyici. Ve inanın ki kurgunuz, kaleminiz özgün ve ben bunu çok beğendim.
tebrikler.
Sevgi ve saygılarımla...
grafspee
Ölümsüzlüğün peşinde acı çeken tüm ruhların, konaklama arafında zamansız bir misafirlikle lanetlenen bir adamın hikayesi.Belki o kendi lanetine gönüllü gitmedi ama davet gelincede kayıtsız kalamadı.Tüm ipuçları onu kitapla buluşturmak içindi ve buluştuktan sonra kitabın lanetli kaderiyle kendi kaderi birleşti.Dan brown un kutsal kasesinin peşinde ama alan poe geriliminde yine kaleminin hayal gücüyle ustaca dans ettiği bir öykü okuttun Fatih kalemine sağlık.
grafspee
Sevgili fatih.
Önceliikle belirtmeliyim ki senin yazılarındaki bu sürükleyiciliğe bayılıyorum. Bir başladım mı bitene kadar nefessiz okutuyor her yazın kendisini. Bu da öyle oldu.
Bu arada gizemler, sırlar, doğa üstü olaylar gibi konuların da ilgi alanlarının oldukça içinde olduğunu görüyorum. Bunları bir öykü şeklinde okuyucuya sunmadaki başarından dolayı kutlarım.
Arkadaşlara verdiğin cevapta da dediğin gibi ölümsüzlük lanetli bir şey. Onun için de yok öyle bir şey...İyi ki de yok. Ben yaşarken torunumun torununun torunun öldüğünü görmek hiç de hoş bir şey olmasa gerek.
Selam ve sevgilerimle.
grafspee
bahsettiğiniz konulara gelince insanları meraklandırmak için, bu tarz konular daha uygun oluyor kanımca. bu tarza gotik yahut karanlık edebiyat deniliyor. ben de o tarzda denemeler yapıyorum, ama kesinlikle öyle karanlık bir dünyam yok, merak etmeyin :))
İnce bir dokunuş . Var olan ne varsa sırdır. Her bir sır çözülünce insan *ben* duygusunu yener ve rahatlar. Şimdi insanın en büyük korkusu ölüm. Ardından ölüme çare. Halbuki ölümsüzlük insanı daha ölmeden çıldırtıyor.Sahi ölümsüzlük olümün ta kendisi değil mi?
Erken gelen ölüm geç gelen ölümden coğu kez daha hayırlı olabiliyor.
Ben beş saniye ölümsüzlüğümü düşündüm. Ben ölmeknistiyorum. Asıl ölümsüzlük esareti getirecektir.
Bende CaNMaYBuLL'a aynen katılıyorum.
Saygılar
grafspee
Okuduğum pek çok kitapta özellikle öykü kitaplarında yazarların zihinleri ile ilgili endişeler uyanıyor bende. Kimi gözü kâlbi sağır eden bir sessizlikten söz ediyor kimi dudağa değmeyen renklerden. Ve hepsi korkunç bir yalnızlığın kuş bakışı göze değen silüetlerden ibâret. Nihâyetinde okuru korkutmayı başarıyorlar fakat benzeme çabasının uyanması söz konusu dahî olmuyor.
Yazıyı evet gözümü kırpmadan okudum, sonunda ne olacağını merak ederek. Hâlbûki olacağın bir önemi yok. Güzel bir üslûp ile dikte edilmiş. Bir önceki yorumda *maybull'a izni olursa katıldığımı belirterek farklılıklar denenmesi gerektiğini düşündüğümü belirtmek istiyorum.
Simya, sanat değildir fikrimce -ilmi katmıyorum-. Hakîkat ile ilgisi yoktur. Bunca değerli bir kıdemdir, esrâr gizemdir. Yine de ölümsüzlüğün kulağa hoş gelmediği bir gerçek. İnandıklarıyla sınanmak istemez hiçbir okur.. Farklı bir boyutu da değerli satırları fabl ile karıştırma olanağının söz konusu olabiliyor olması. Uyku arası okunduğunu düşünsenize. Çığlık kademesinden uzak düşülmesi hâlinde okumak güzel olur.
Teşekkürler.
grafspee
İnsanoğlu ,aklımızın alamadığı,yada ulaşamadığı,aslında ulaşmasından korktuğumuz bazı sırlara yinede kavuşmak için büyük bir çabanın içine girer.Her bir keşif, ya sonunu getirir insanın; ya da sonun başlangıcı olur...
Hepimizin bilmek istediği sırlar o kadar çok ki; lakin ölümsüzlük sırrı,asıl öldürmeyi hem hayalden hemde akıldan fark ettirmeden göstermeye başlar...Adım adım,alıştıra alıştıra.Son vuruş işte altın vuruş.
Pardon ölen mi var?
yoksa
Deliren mi?
Mutlaka yol bunlardan birine çıkacak..İyi yolculuklar !!!
Dostum Bir an önce yazılarını yönetmenlere göster.Çok iyi şeyler çıkacağından eminim.
Saygılar,Sevgiler Uçuk,Hayalci Dostuma
grafspee
çok teşekkür ederim dostum.