- 1281 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
TERS LALE
TERS LALE
1
Kızyeter, penceresinden baktı. Taş evlerinin Çıldır Gölü’nü gören tek gözlü penceresinden zemheri ayazında hayata tutunabilmenin güvenini yaşıyordu. Çıldır Gölü, yedi kat buz tutmuş, dışarıdaki amansız tipiye yenik düşmüştü. Çıldır Gölü’nün ardındaki karlı dağları görememek içini daraltsa da, içerideki saç sobalarında tezekle birlikte yanan meşe odunları iliklerini ısıtıyordu. Kalın taş duvarlarla çevrelenmiş misafir odalarının taş penceresinin önündeki konserve kutusuna toprak dolduruyor, elindeki üç beş fasulye tohumunu, parmağıyla biraz eşelediği toprağa gömüyordu. Zemheri kışının beyaza bürüdüğü yirmi hanelik köylerinde hayata tutunabilmek ve biraz da kendine arkadaş olabilmek için, bir şeyler arıyordu kaç zamandır. Odasında Kızyeter’le birlikte yaşayan bir canlı olsundu, sabah uyandığında odasında yalnız olmadığını hissetsindi birazcık…
Annesini toprağa gömeli daha bir ay olmuştu. Karlı bir günde eller üzerinde gidivermişti. Daha annesini çok fazla sevememişti, doyamamıştı onun Kura Nehri gibi ayaz gözlerine. Mezarlıkta Kur’an-ı Kerim’den ayetler ve dualar okunmuş, ne olup bittiğini anlayamadan kalıp kalıp donmuş soğuk topraklarla, karların beyaza bürüdüğü derin mezara gömülmüştü. O an içi yansa da ağlayamamıştı. Evlerine döndüğünde bahar aylarında eriyen kar selleri gibi coşmuş ve ağlamıştı. O akşam uyuyamamıştı, bütün gece tezek sobasının tavana yansımalarını izlemiş, alevler, ateş pare yangınlarıyla yüreğini en kuytularına kadar yakmıştı. O akşam örümceklerin tavana ağ ördüklerini fark etmiş, kızmamıştı mutfağındaki farelere...
Nurbay abisi İstanbul’a çalışmaya gitmişti. Anasının ölüm haberini bile ulaştıramamışlardı ona. Hem nasıl gelsindi ki, ne karlı dağlar, ne karlı yollar geçit verirdi. Babası hiçbir şey olmamış gibi her gece kaz butlu bir tabak pilavı tıka basa yedikten sonra, ocağın kenarındaki sedirin başında uyuyakalıyordu. Mutfakları, babasının ve en küçük kardeşi Afa’nın yatak odaları da sayılabilirdi aynı zamanda. Odalarının yan camı olmayan karanlık duvarında boydan boya ağaçtan yapılma bir sedir uzanırdı. Babası ve kardeşi burada ayak ayağa değecek şekilde yatarak uyurlardı. Odaları gün boyu fazla güneş almazdı, sadece tavanlarından loş bir ışık sızardı. Ocaklarında haftada bir ya kete, ya da pıtpıtı ekmeği pişirir dururdu. Odalarının kapısı olmasa da, un çuvalları ve eski kilimler girişe asılmış, kapı görevi görüyordu. Yan tarafta damlarındaki keskin hayvan kokusuna da alışmışlardı artık.
Kızyeter damlarındaki davarları, atları, koyunları sulayıp, ot verdikten sonra, ahırdaki tavuklara da yem vermişti. Tekrar odasına dönüp halı tezgâhının başına oturmuş, akşam olana kadar koyunyünlerinden halı dokumuştu. Bahar aylarında Çıldır Gölü kıyısındaki otlaklardaki rengârenk kır çiçeklerini ve özellikle de karı delip baharı müjdeleyen kardelenleri işliyordu ilmek ilmek, ak koyun ve kara koyunyünleriyle.
Kalın taş pencerelerinde sert tipinin darbelerini duyuyor, hayallere dalıyordu. Geçen sonbahar köylerine gelen genç şair çerçiyi daha ilk görüşünde içi bir hoş olmuştu. Ara sıra at arabası ile köylerine tabak, leğen, kap kacak satmak için gelirdi çerçiler. Ama bu genç çerçiyi köylerinde ilk kez görmüştü. O da fark etmişti onu, gözlerinin içine nasıl da bakmıştı mavi leğeni uzatırken. Bir de şiir söylemişti ona. Köyün bütün kızlarına da benzer şiirler söyleyivermişti. Köyde kazların kesildiği gün de gelmişti, onu çeşme başından görmüştü ancak, uzun boyu dere kenarındaki kavak ağaçları gibi uzaktan seçiliyordu. Ama gözlerinin içinde tipiler koparan o yeşil gözlerini görememişti. Adını okul çocuklarından öğrenmişti: Yurduşen…
Yoksa bu zemheri tipisinde Yurduşen’i mi bekliyordu? Ama nasıl olurdu ki, onu sadece bir iki defa görmüştü. Âşık olup olmadığından bile emin değildi. Yine de köye çerçi geldiğini duyduğunda almasa da, satmasa da, pazarda işi olmasa da onu görmeye gidiyordu. Köyün bütün kızlarından da kıskanır olmuştu onu. Aman Allah’ım! Yoksa seviyor muydu onu? Artık şu tipi dursun, karlar erisin, yollar açılsın ve yine o çerçi gelsindi köylerine…
2
Kızyeter halı tezgâhından başını kaldırdı. Bütün kış boyunca koyunyünlerinden kardelenli, hayvan figürlü, allı güllü halılar dokumuştu. Nihayet karlar erimeye başlamış, o çok sevdiği kardelenler bayırlarda boy atmıştı. Kış boyunca Çıldır’a kızaklarla gidip gelmişlerdi. Artık köy yolları da açıldığında, köy minibüsleri de çalışacak ve ilçeye rahatlıkla gidilebilecekti. Ve belki de o çerçi yine köye gelecekti.
Çeşmenin başında su doldururken köy kadınlarının konuşmalarını işitmişti. Bani’yi bu hafta istemeye geleceklermiş. Yaşlı bir adama çok fazla başlık parasına satılmıştı. Neredeyse dudakları uçuklayacaktı, yedi davar parasıydı bu. Bani, oysaki Serhat’i seviyordu. Çok şaşırmıştı, eve gidene kadar Bani’yi düşündü. Hatta testisinin birini yere düşürmüş ve testiden akan sular, kar sularıyla karışmıştı. Çerçinin sesiyle irkilmişti. Köyde cami olarak kullanılan Ümmet Hoca’nın evinin önünde açmıştı tezgâhını. Yurduşen de onu fark etmişti. Göz göze geldiklerinde Kura Nehri’nin suları gibi çağlamıştı içi. Eve dönüp testisini mutfağa bıraktıktan sonra, kar sularının oyuklaştırdığı yolda seke seke çerçinin yanına gitmişti. Bütün kızlar ve kadınlar çerçinin etrafında toplanmışlar ve mutfak eşyaları seçiyorlardı. Kızyeter de bir şey beğenmeliydi. Tabakların hemen yanında duran sabunların önündeki çinko maşrapa fena görünmüyordu. Biraz ileride ayna takımları, çinili tepsiler, ibrikler, güğümler ve kutu kutu bisküviler duruyordu. Bakır maşrapayı uzatması için çerçiye seslendiğinde, çerçi dönüp bakmış ve bir mani dökülüvermişti dilinden:
Şu Çıldır’ın gölünü,
Kızakla mı geçmeli,
Uzaktasın sevdiğim,
Dürbünle mi seçmeli.
Ve hemen ardından da başka bir maniye başlamıştı genç çerçi:
Alabalık oynuyor,
Bizim köy deresinde,
Akşama buluşalım,
Şu Şeytan Tepesi’nde.
Ve genç çerçi Kızyeter’e bir göz kırpmıştı. Kızyeter ne yapacağını şaşırmış bakışlarını hızla uzaklaştırmıştı. Kızyeter bir defa daha bakmıştı çerçiye ve ardından bir kere daha göz kırpmıştı çerçi. Kızyeter utancından kıpkırmızı oluvermişti. Görecekler diye aklı yerinden oynamıştı. Tezek dumanlarının savrulduğu dar kaldırım yoldan, bakır maşrapayı bile almadan uzaklaşıp gitmişti.
Akşam, Kızyeter başını halı tezgâhından kaldırdı, Çıldır Gölü kıpkırmızı bir renge bürünmüş ve gökyüzü bulutlanmıştı. Uzaklardan kurt ulumaları duyuluyordu. Aklına birden çerçinin söylediği mani gelmişti:
Alabalık oynuyor,
Bizim köy deresinde,
Akşama buluşalım,
Şu Şeytan Tepesi’nde.
Şeytan tepesi dedikleri yer de neresiydi? Yakınlarda Çıldır’ın batısındaki vadideki kayalıklarda Şeytan Kalesi vardı. Acaba onu mu kastetmişti genç çerçi. Ama neden buluşmak istemişti ki onunla. “Yoksa seviyor mu beni?” diye geçirdi içinden. Sevmemiş olsaydı neden Şeytan Tepesi’ne çağırsındı ki onu. Ama gitmesi doğru olur muydu bilemiyordu. Orası köylerine oldukça uzaktı, gecenin ayazında nasıl giderdi ki? Ya başına kötü bir şey gelirse? Acaba çerçiye güvenmeli miydi, onunla dalga mı geçmişti? Göz kırpması da dalga mahiyetinde miydi acaba? Yoksa bir işaret miydi ona. Maninin ardından bir göz kırpması…
Akşam yemeğinden sonra babası ve kardeşi mutfaklarındaki sedirin üzerinde mayışmış uyuyup kalmışlardı. Üzerlerini örttükten sonra odasına çekildi. Yatağına yattı ve yine o çerçiyi düşünmeye başladı. Acaba onu Şeytan Kalesi’nde bekliyor muydu? Ya dalga geçmişse onunla… Gecenin o saatinde ya biri fark ederse onu. Babası öldürürdü öfkesinden. Kızyeter yatağında bir süre daha düşündü. Pencerelerinden sızan ay ışığı ona umut veriyordu. Yatağından hızla doğrulmuş kırmızı elbisesini ve yün yeleğini geçirmişti üstüne. Kalın paltosunu da giydikten sonra ahırdan geçerek babalarının odasını kontrol etmişti. Uyanacak gibi görünmüyorlardı. Tekrar ahıra geçerek kır atını hazırlamıştı.
Ay ışığı köylerini gündüz gibi aydınlatıyordu. Karların yarıya kadar gömdükleri evlerin bacalarından yaşam belirtisi olarak tezek dumanları yükseliyordu. Köyün köpekleri onu fark etmiş olmalıydı. Sanki anlaşmış gibi hep bir ağızdan havlamaya başlamışlardı. Köylülerin Çıldır’a giderken kullandıkları patika yoldan hızla kasabaya doğru yönelmişti. Çıldır Gölü’nün üzerinden kızakla gitmesi de mümkün değildi artık. Çünkü karlar erimeye başlamıştı. Hem kızakla gitse Çıldır’dan öteye de geçemezdi, hele Şeytan Kalesi’ne kızakla gitmesi mümkün değildi.
Çıldır derin bir uykuya bürünmüştü. Askeriyenin, hükümet binasının önünden geçerek, iki yana sıralanmış dükkânların önlerindeki kavak ağaçları arasından kasabanın çıkışına kadar gelmişti. Artık buradan ötesi daha sarptı ve derin bir vadinin ortasından Kura Nehri çağlayarak akıyordu. Delilik mi etmişti yoksa buraya kadar gelmekle? Ya kardeşi tuvaletini yapmak için uyandıysa? Ama koskocaman çocuktu artık, ahıra gider yapıverirdi, hep ablasını mı arayacaktı? Vadinin dik yamacı boyunca ilerledi. Az sonra atını durdurdu. Artık vadi boyunca gidemezdi, buralardan vadiye inen bir patika yol olmalıydı. Kayalıkların arasından vadiye doğru patika yoldan iniyordu. Patikanın iki yanındaki karla kaplı çalılar arasından geçerek Çıldır’ın çançur bahçelerine inmişti. Az sonra Kura Nehri’nin kıyısındaydı. Atını suladıktan sonra nehir boyunca batıya doğru ilerledi. Çançur ağaçları sert kışı da atlatmışlar ve yakında çiçek açacaklardı. Kura Nehri’nin son kıvrımını da döndükten sonra Şeytan Kale’si tüm heybetiyle karşısında duruyordu. Şimdi de kaleye tırmanması gerekiyordu. Vadiden yukarıya tırmandıkça çalılar ve ardından kayalıklar başlamıştı. Atı da iyice yorulmuş olmalıydı, çok yol gelmişlerdi. Çerçi kendisiyle neden bu kadar uzakta buluşmak istemişti ki?
Az sonra kalenin dibindeydi, atını bodur bir çalıya bağladıktan sonra kalenin kapısından girmişti. Oldukça heyecanlanmış, gecenin zemherisinde ateşler basmıştı. Kalenin içinde gözleriyle çerçiyi aramıştı. Ama yoktu, yoksa gelmemiş miydi? Aldatmış mıydı onu. Gecenin bu saatinde tek başına kayalıklarda ne işi vardı? Yıldızlarla gökyüzünü kandil gibi süsleyen Allah’ım seviyor muyum onu?
Kalenin duvarları yer yer yıkılmıştı, yıkık bir de kulesi bulunuyordu. Kızyeter kalenin surlarına tırmanarak buradan aşağılara, nehre doğru baktı. Kura Nehri doğuya doğru alabildiğine uzanıyordu. İki yanındaki çançur ve elma bahçelerinin arasından elif elif, uzun boylarıyla kavak ağaçları sivrilmişlerdi. Kızyeter gözyaşları içinde aya baktı. Sevgisinin karşılık bulamayışına üzüldü. Gözyaşları sıralar halinde yanaklarından süzülmeye başlamış ve neredeyse nehire kadar ulaşacaktı. Vadi boyunca esen sert rüzgârlar yanaklarındaki yaşları ardı sıra donduruyordu.
Kızyeter belinden sarılan iki elle birdenbire irkildi. Korkusundan bağırmıştı. Sesi karşıdaki yamaçlardan da ses bulduktan sonra vadi boyunca yankılanmıştı. Hızla geriye dönmüştü. Gözleri koskocaman açılmıştı, Aman Allah’ım! O çerçi karşısındaydı. Telaşından ne yapacağını şaşırmış, boğazında kelimeler düğümlenmişti. Gece vakti hiç tanımadığı bir erkekle Şeytan Kalesi’ndeydi. Babası duysa öldürürdü onu. Yurduşen heyecanının farkına varmış olacaktı ki; Kızyeter’in elinden sımsıkı tutmuştu. Kızyeter’in buza çalan elleri birdenbire baharda çözülen karlar gibi oluvermişti.
_Hoş geldin Kızyeter, gelmeyeceksin diye çok korktum.
_Şeyy, hoş bulduk.
Yurduşen elindeki ters lalelerden Kızyeter’e uzatmıştı.
_ Bunları kalenin dik yamaçlarından topladım, “Ters Lale” derler, sadece bu vadide yetişir Geldiğini görünce de saklandım senden. Ne yapacağını çok merak ettim. Öncelikle bana güvenip buraya geldiğin için sana teşekkür ediyorum
_Ben teşekkür ederim kan kırmızısı laleler için.
_Zeki bir kız olmalısın, manide verdiğim mesajı hemen anlamışsın. Seni seviyorum Kızyeter,
_Ben de.
Kızyeter ağzından çıkan kelimeler karşısında çok şaşırmıştı, duyduklarına kendisi bile inanamamıştı. Çerçiyi sevdiğini söylemişti. Aman Allah’ım yoksa günaha mı girmişti?
_Gel benimle Kızyeter, sonsuza dek karım ol,
Kızyeter’in o küçük dünyası alt üst olmuştu, neredeyse dili tutulacaktı. Kardeşi ve babasını düşünmüştü. Onları nasıl yüzüstü bırakabilirdi ki?
Gece oldukça ilerlemişti. Kızyeter’in artık bir an önce eve dönmesi gerekiyordu. Kızyeter kalenin çıkışına kadar ilerlemişti, peşinden Yurduşen yalvararak geliyordu. Kızyeter atına atlamıştı ve giderken;
_Yurduşen şimdi seninle gelemem, ama bir hafta sonra yine burada olacağım,
_Bir hafta sonra mı? Lütfen çok geç kalma Kızyeter… Seni seviyorum.
Kızyeter Şeytan Kalesi’ndeki patikadan nehire doğru inmişti.
3
Kızyeter pencereden dışarıya baktı, kar atıştırmaya başlamıştı. Dün gece at sırtında elinde getirdiği laleleri bir bardağın içine koyup, su doldurarak pencerenin önündeki saksının yanına bıraktı. Birdenbire topraktan boy vermiş olan fasulyelere gözü takılmıştı. Fasulyeleri sert kışa rağmen büyümüştü. Umut vermişti yüreğine, Yurduşen’le artık gidebilirdi.
Aklına babası geldi, ahırdan geçerek mutfağa yöneldi. Babası ve kardeşi yine sedirin üzerinde oturuyorlardı. Babasının düşünceli bir hali vardı. Yoksa yokluğunu fark etmiş miydi? Kızyeter sofrayı hazırlamış, tulum peynirinden ve çançur reçelinden de sofraya koymuştu. Ocağın önünde kete hazırlaması da fazla zamanını almamıştı. Tam sofraya oturduklarında babasının ağzından kelimeler dökülmüştü.
_Kızyeter, bugün hazırlık yap seni istemeye gelecekler, yarın da seni alıp götürecekler, ben davarlara bakarım.
_...
Kızyeter babasının ağzından duyduğu bu kelimeler karşısında şaşırmıştı. Kim istemeye gelecekti onu. Yoksa çerçi mi istetecekti onu. Acaba bir sürpriz mi yapacaktı Yurduşen? Daha kötüsünü düşünmek bile istemiyordu. Sabahtan akşama kadar ocağın başındaydı, misafirlerine etli patates yemeği yapmış, üzüm hoşafı kaynatmıştı. İçinde karmaşık duygular taşıyordu. Biraz canı da mı sıkılıyordu bugün. Sabahtan beri içinde bir sıkıntı vardı. Yurduşen istetirse onu hemen gidecekti. Allı pullu gelin olacaktı. Belki de ters laleler ona uğur getirecekti.
Akşam kar şiddetini daha da arttırmıştı. Misafirlerin gelip gelmemesini bile istediğinden emin değildi. Ve tahta kapılarına vurulmuştu. Misafir odalarına gelen konuklara göz gezdiriyordu. Oldukça kalabalık gelmişlerdi. Konuklar üst köşedeki yatağın ve yer minderlerinin üzerine oturmuşlardı. Sekiz on kişi vardılar. Babası kapının kenarındaki sandalyede ezilip büzülüyordu. Biraz sonra sofralar kurulmuş, yemekler yenmiş, üzüm hoşafları içilmiş ve yemekten sonra çaylar yudumlanmaya başlamıştı. Kızyeter mutfakla misafir odaları arasında durmadan gidip geliyordu. Ve konuşmaları iyi takip edemiyordu. En son odaya geldiğinde davarlar konuşuluyordu. On davar parası ağızlarda dolaşıyordu. Yurduşen neden babasına on davar parası versindi ki? Onu seviyordu. Yoksa başka birisi miydi? Tüm gözler Kızyeter’i tepeden tırnağa inceliyordu. Babasının elindeki bir tomar paraya gözü ilişmişti, Bani’nin durumu onun başına da mı geliyordu? Paraları saymakta olan babası, pencerenin önünde oturan yaşlı adamı işaret ederek;
_“Hadi kızım kocanın elini öp.” demişti.
Kızyeter’in kafasından aşağıya kaynar sular dökülüvermişti birdenbire, başının ağrısı konuklar gidene kadar da devam etmişti. Kızyeter odasının kapısını ardından sürgülemiş ve ağlamaya başlamıştı. Hıçkırıkları neredeyse Çıldır Gölü’nü de coşturacaktı. Babası kapıya vurmaya başlamıştı, öfkeyle sesleniyordu. Kızyeter, kapının sürgüsünü açtığında babasından sert bir tokat yemişti.
_Yarın akşama kadar vaktin var, çeyizini hazırla; atlılar seni alıp karşı köye götürecekler. Süleyman Ağa’nın karısı olacaksın.
_Ben o adamla evlenmeyi istemiyorum baba.
Kızyeter bu sözünün ardından bir tokat daha yemiş, yün halının üzerine yuvarlanmıştı. Sırtındaki ardı sıra tekmelerin acısı bile, bu acı haber kadar canını yakmamıştı.
_Anan öleli kaç ay oldu, hep bekâr mı gezeceksin böyle, ben de gidip Bani Kız’ın anası Dudu’yu alacağım bu paraya…
Kızyeter, yaşadığı günün rüya olmasını istiyordu. Ama penceresinin önündeki saksıdaki fasulye sert ayaza rağmen boy atıyor, bardaktaki lalelerse soğuktan boynunu bükmüş bir şekilde rüya olmadığını hatırlatıyordu.
Kızyeter’in gözü halı tezgâhındaki kardelenlere takılmıştı. Yurduşen’i düşündükçe gözyaşları kirpiklerinin ucundan sıra sıra süzülüyordu.
4
Kızyeter bütün gece uyumamıştı. Halı tezgâhında uzun bir süre halı dokumuş ve derdini dökmüştü. Yatağına yattığında tezek sobası sönmüş, ısınamamış, ayakları üşümüş ve karnı ağrımaya başlamıştı.
Gün ağarırken dua etti, kuşluk vakti edilen dualar geri çevrilmezdi. Biliyordu en kuytu yüreklerdeki sızıyı bile duyardı Allah. Duvarda asılı duran Mushaf’ını dantelli kılıfından çıkararak Yusuf Suresini okumaya başlamıştı. En çok okuduğu surelerden biriydi. Yusuf’un kör kuyularına düşmüştü, yaradanından başka kime dökerdi ki derdini, Kars’ın zemheri ayazında kim anlardı halinden başka… Gözyaşları içersinde camdan baktı. Penceresinin önünü karlar kaplamıştı. Kapıyı açtığında sevinmişti. Bu yıl bahar geç gelecekti galiba, evlerinin önünü karlar kapatmıştı. Hafifçe gülümsemişti. Bu karda kışta karşı köyden kimse gelemezdi.
Ahırdaki davarlara ot verip suladıktan sonra, mutfağa girdiğinde babasının ve kardeşinin hala uyuduğunu görmüştü. Babasının başucundaki geniş yastığın duvara değen kısmında bir tomar para duruyordu. Kızyeter uyuyan kardeşine son defa baktı. Yarın uyandığında yanında abası olmayacaktı. Kızyeter de uyandığında farklı bir güne gözlerini açacaktı. Keşke bugün o çerçi gelseydi alıp götürseydi onu buralardan, Şeytan Kalesi’nde buluştuklarında neden gitmemişti ki onunla… Pişman olacağını bilse kalır mıydı oysa? Kardeşi ve babasını yüz üstü bırakmak istememişti, oysaki şimdi babası onu ters yüz bırakmıştı.
Kahvaltıdan sonra tahta sandığına eşyalarını doldurmuş, yastıklarını ve yorganlarını ve yeşil seccadesini hazırlamıştı. Seccadesini sandığa koyarken gözyaşları seccadenin üzerine pare pare dökülüyordu. Kendinden kırk yaş büyük biriyle nasıl bir hayat yaşayacaktı? Kabullenemiyordu bunu bir türlü; Yurduşen, bugün gelip kurtarsındı onu bu dertten. Penceresinin önünden gün boyu dışarıya bakmış, çerçinin yolunu gözlemişti. Sesini bir duysa hemen fırlayacaktı sokağa, “Çabuk gidelim buradan.” diyecekti, kimsenin izini bulamayacağı bir yere gideceklerdi…
Kar gün boyu devam etmişti. “İnşallah gelemezler de ben de bu akşam Yurduşen’e kaçarım.” diye geçirdi içinden. Gece olunca giderdi Şeytan Kalesi’ne, nasıl olsa gelirdi oraya Yurduşen. Orada bulamazsa da gidiverirdi Çıldır Gölü’nün karşı yakasındaki Yurduşen’in köyüne…
Akşam ezanının ardından atların sesini işitmişti. On tane atlı onu almaya gelmişlerdi. Atlar ahırlara alınarak dinlenmeye bırakılmıştı. Konuklar da içeriye alınarak çaylar ikram edilmişti. Kızyeter bütün yüzleri tek tek okumaya çalışmıştı. Üç tane kadın ve yedi tane de erkek vardı odalarında. Erkekler eşyaları atlara yüklüyorlardı. Kadınlar Kızyeter’e mor bir elbise giydirmişler, yüzüne kırmızı güllü bir yazma örtmüşlerdi. Kızyeter duvarda asılı duran Mushaf’ını koltuğunun altına almış ve iki kadın kolundan tutarak onu dışarıya çıkarmıştı. Dışarıda nefesleri yoran çetin bir tipi başlamıştı. Erkeklerden birisinin “Bu tipide yoldan gidemeyiz, patika yol kapanmıştır, atlara kızak bağlayalım.” dediğini işitmişti. Yarım saat sonra iki kızak hazırlanmıştı. Kızaklardan birine tahta sandık ve eşyalar, diğerine de gelin ve kadınlar binmişlerdi. Kızyeter gaz lambalarının ışığında babasının yüzüne son kez baktı. Babasının başının öne eğilmesini beklemişti ama utanır gibi hali yoktu. Gönlü hep Yurduşen’i arıyordu, Kars’ın sert tipisinde bile…
Önden atlılar, gelinin ve kadınların bindiği kızak arkasından ve en arkada da çeyiz yüklü kızak Çıldır Gölü üzerinden peşi sıra gidiyorlardı. Dağlardan kopan karlar tipiyle birlikte sert kum tanecikleri gibi yüzlerine çarpıyor ve nefes almalarını güçleştiriyordu. Bahar ayı başları olmasına rağmen, mevsimler kendini şaşırmış tipi giderek şiddetini arttırmaya başlamıştı. Öndeki atlıların sesleri işitiliyordu. Yönlerini kaybetmiş olmalıydılar. Kadınlardan ve gelinden ses çıkmıyordu, sadece atların ve kızakların buzda çıkardığı sesler duyuluyordu. Çıldır Gölü üzerinde saatlerce dönmelerine rağmen karşı köye hala varamamışlardı. Oysaki şimdiye kadar çoktan varmaları gerekiyordu. Kızyeter Gelin başını öne eğmiş, Mushaf’ını göğsüne sımsıkı bastırmıştı. Gelinden hiç bir ses soluk çıkmıyordu. Kadınlardan birisi geline seslenmişti. İçlerinden birisi gelinin eline dokunmuş ve acı bir çığlık işitilmişti.
_Eyvah gelin ölmüş!
Sert tipinin sesini bastıran bir çığlık kopmuştu. Atlılar durmuştu, erkekler atlarından atlamış, herkes gelinin kızağına doğru koşturmaya başlamıştı. Tipinin şiddetinden atlar huysuzlanıyor, yerlerinde debeleniyorlardı. Biraz sonra da buzun çıtırtısı hissedilmişti. Herkes olduğu yerde kalmasına rağmen buz kırılmaya başlamıştı. Atlar daha da tepinmeye başlamıştı. Güçlü bir ses geldi arzın derinlerinden, arşa kadar feryatlar yükseldi. Atların kişnemeleri ve insan çığlıkları işitildi; tipi var gücüyle ve gelinin Ah’ıyla eserken, on atlı gölün buz tutmuş soğuk sularına gömülmüştü.
Bir hafta süren tipinin ardından kardelenler topraktan yükselmeye başlamış ve Kızyeter’in acı haberi köylerine ulaşmıştı. Kızyeter’in odasında Dudu Hanım yeni güne merhaba derken, tezek sobasını tutuşturmaya çalışıyordu. Dudu Hanım’ın kocası ölüm haberiyle yatağından fırlamıştı. Kızyeter’in halı tezgâhına gözü ilişmişti. Halı tezgâhında yarım kalmış ters lale desenli bir yün halı duruyordu…
***
Çıldır Gölü’nün tam ortalarında yaz aylarında balıkçıların korktukları ve girdaba tutuldukları ve kış aylarında da kızakla yolculuk yapanların tipiye tutuldukları bir yer vardır. Kızyeter’in laneti midir, yoksa doğanın ihaneti midir bilinmez, Çıldır Gölü üzerinden hiçbir zaman on atlı yolculuk yapmaya cesaret edemez. Halk arasında on atlının yolculuk yapmasının uğursuzluk getireceğine inanılır.
SON