- 4849 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Küp Altın
Melis çocukluğundan beri dedesinin anlattığı definecilik hikâyeleriyle büyümüştü.
Rahmetli dedesi define arama işine çok meraklı hatta bunu hastalık haline getirmiş bir adamdı.
Zamanında bu işe aşırı derecede merak sarmış. Eline geçen her haritayı değerlendirmiş, birçok yeri kazmış. Bu kazıların birinde başına çok ilginç olaylar gelmiş, birkaç parçada olsa heykelcik bulup zor zahmet elden çıkarıp birkaç kuruşta olsa para kazanmıştı.
En sonunda bu işlerin nasipten öte olmadığını anlamıştı anlamasına ama bu uğurda da yıllarını, gençliğinin en verimli yıllarını, tüm emeğini bu hayallere adamış. Olmayacak bir hayal uğruna karısını, çocuklarını, babadan kalma tarla, tokadını bu hayallere harcamıştı.
Yıllar sonra bu hayallerini anlatırken hala heyecanlanır, gözleri parlardı. Babaannesi her zaman kızardı dedesinin define merakına.
Haklıydı. Çünkü define işi yüzünden yıllarca kandırılmış, yıllarca acı ve yokluk çekmiş, yollarca endişe ve korkuyla yaşamıştı.
Melis daha mesleğe yani atılmış bir çaylak olduğu için bütün angarya işleri ona yüklüyorlardı. Buna çay kahve servisi de dâhildi.
Kızıyordu bütün bunlara ama henüz en alt kademedeydi. Biliyordu ki yükselmek için çalışmalı, çok çalışmalı, kendisini ispat etmeliydi. Gerçekten iyi bir haber yakalamalı, şefinin gözüne girmeyi başarmalıydı.
O gün gazeteye gittiğinde sıradan bir gündü. Bilgisayarını açmış maillerini kontrol ederken bir mail dikkatini çekti. Uzak bir şehirden uzun süredir görüşmediği bir arkadaşı köylerinde olan bir olayı haber yapmasını istiyordu. Bu haber tam Melis’lik bir haberdi. Belki terfi almasını sağlamayacaktı ama dedesinin anılarını tekrar yaşamak için onun hatırası için bu haberi yapmalıyım diye düşündü.
Esra köylerinde Osman amca diye birinin yıllardır define aradığını sonunda bu defineyi bulmanın çok yakınına geldiğini ama başına çok ilginç gerçek üstü olaylar geldiğini söylemiş gelip bunu haber yapmasını istemişti.
Heyecanla şefini yanına gitti. Gelen maili ve olayları anlattı. Şefi pek istemese de Melis’in heyecanına ve ısrarına dayanamamış bu habere gitmesini kabul etmişti.
Melis ertesi gün erkenden yola çıkacaktı. Akşamüstü hazırlanmak için eve gittiğinde babaannesine gideceği haberi anlattı. Babaannesi ağlamaya başladı.
“Giyme kızım. Bu define işi uğursuz olur. Bizim ailemize uğursuzluk getirdi. Başımıza gelmeyen kalmadı. Şimdi sende gideceksin, bu definecilik sana da uğursuzluk getirecek” dedi. Melis:
“Korkma babaanne. Ben define aramaya gitmiyorum. Sadece define arayan bir adamın başına gelenleri haber yapmaya gidiyorum. Benim mesleğim bu.” dedi. Sakinleşmişti artık babaannesi.
Melis sabah otobüsle Çulluk köyüne doğru giderken yine aklında onlarca fikir geçiyordu. Dedesinin ona anlattığı anıları, defineciliğin kendine çeken büyüsü. Dedesi hala heyecanlı bir sesle anılarını anlatmaya başladığında sesi titrek, gözleri çakmak ,çakmak olarak konuşurdu.
“İnsan bir kere bu işin büyüsüne kapıldıysa eğer bulamasa da, bulamayacağını bilse de vazgeçemiyor bir türlü. Ölümün eşiğine geliyorsun, delirdim sanıyorsun ama nafile” derdi.
Sonra o gözlerindeki korkuyla köyün çıkışındaki mağaraya girip define aradıklarını, arkadaşı Mustafa ile birlikte ne çok korktuklarını anlatırdı. Sesi nasıl da heyecanla titrerdi onca seneye rağmen
“Akşamın alacakaranlık zamanı, gündüz gidilmez haa. Gündüz gitsek hemen jandarmaya haber salarlar. Sonra ayıkla pirincin taşını. Sonra Mustafa dede’nle beraber epeyce bir meşale hazırladık kendimize. Azık, su, kibrit, el feneri, pil, ihtiyacımız olan ne varsa doldurduk çantalarımıza vurduk sırtımıza çıktık yola.
Mağaranın kapısına geldiğimizde ilk önce helalleştik Mustafa Dede’nle Beli olmazdı girip de çıkmayıverirdik mağaradan. Korkuyorduk.
Mağaraya girdik, yürüyoruz, yürüyoruz. Sanırsın günler boyu yürüdük. Belki iki saat kadar yürüdük. Mağaranın bir yerine geldik ki artık yürüyemiyoruz. Mağara gittikçe daralmış ayakta durabilmek mümkün değil. Nerdeyse sürünerek ilerliyorduk. İçeride hava almak çok zordu. Sık, sık meşaleler sönüyordu. Sonunda meşale ile yapamayacağımızı anladık. Meşaleleri orada öylece bırakıp karanlıkta sürüne, sürüne ilerledik. Acıkmıştık, susamıştık ve çok yorulmuştuk, en kötüsü de nefes alamıyorduk ve çok korkuyorduk. Ama bir kez yola çıkmıştık ne olursa olsun ilerleyecektik.
Bir süre daha süründükten sonra dinlenmeye karar verdik. Birere sigara yaktık. İkimizde kendi düşüncelerimize dalmışken uzaklardan bir su sesinin geldiğini fark ettik. Birazcık kendimiz toparlayıp zorda olsa su sesine doğru ilerledik. Su sesinin gittikçe kuvvetlendiği bir yere geldik.
Aman yarabbi. O da ne? Toprak içeri çökmeye başladı. Sanırsın deprem oluyor. Birden toprak tamamen içeri çöktü ve biz toprağın içine yuvarlandık.
Oda gibi, mezar gibi bir yere düşmüştük. Mustafa deden bayıldı korkudan. Öldü sandım bir an ama görsen nasıl korkuyorum.
Odanın için ayağa kalkılabilecek kadar yüksekti ama bacaklarım öyle bir tutulmuş ki kalkamıyorum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Mustafa deden ayıldı. Gecenin kaçıydı bilmiyoruz. Zar zor ayağa kalktık. Ayaklarımıza kemikler çarpıyordu. El fenerini yaktığımızda gördük ki bir mezarlıktı burası.
Belki bir düzineye yakın heykel vardı. Korka, korka mezarın içinde dolaştığımızda bakır bir bakraç bulduk ama görsen içi silme altın dolu.
Bir sevindik, bir sevindik ama sorma. Hazineyi bulmuştuk sonunda. Heykeller işimize yaramazdı belki ama bu altınlarla zengin olmuştuk.
Bakracı aldık. Ne olur ne olmaz diye heykelleri de aldık yanımıza. Mezradan dışarı çıktık ama ne zorluk, ne emek, güç, kuvvet kalmamıştı.
Mezardan dışarı çıktığımızda bu mağaradan çıkamadan ölüp kalacağız burada diye öyle çok korktuk ki Mustafa deden ağlamaya başladı.
“Hiç girmeyecektik bu işe. Ben bu mağarada öldükten sonra ne yapayım bu kadar altınla. Kim bakar benim sabilere” diye hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu. Bende çok korkuyordum orada ölmekten ama elimizde bir küp dolusu altınla orada ölümü bekleyemezdim.
“Hadi” dedim Mustafa dede’ne. “Biraz daha gideceğiz. Bak su sesinin olduğu yere doğru ilerleyeceğiz. Sonra kurtulacağız” dedim. Su sesine doğru sürünmeye devam ettik.
Yine epeyce süründük, süründük. Su sesi giderek yaklaşıyordu. Biraz daha ilerlediğimizde bir ışık göründü. Öyle çok sevindik ki. Artık tavada yükselmeye başlamıştı. Bir çeyrek saat daha kâh yürümeye çalışarak, kâh sürünerek ilerledik. Ve çıkışa vardık.
Bilmediğimiz, daha önce hiç görmediğimiz bir şelaleye gelmiştik. Gün yeni, yeni ışıyordu. Deli gibi sarıldık birbirimize. Sonra etrafıma bakmaya başladık şaşkınlıkla. İkimizde köyü ve çevresini avucumuzun içi gibi bildiğimiz halde burayı değil görmek bu ormanın, bu şelalenin adını bile duymamıştık.
Ne yapacağız diye kara, kara düşünürken bir de ne görelim. Tepemizde cübbeli, sarıklı ama kapkara yüzlü, kalın dudaklı bir adam dikliyor. Boynunda tuhaf işaretli bir kolye var. Sanki gözlerinde ateş fışkırıyor gibi bakıyor bize.
Öyle çok korkmuştuk ki Hiçbir şey diyemedik. Adam bize baktı, baktı. Sonra “Hayır, Olmaz” der gibi başını salladı ve o anda yanımızdaki bakraçtan bir alev topu çıktı. Alevin çıkmasıyla adamın kaybolması bir oldu. Ama artık bakracın içinde çil ,çil altın yerine bir bakraç dolusu kül vardı.
Öyle çok korkmuştuk ki. Korkudan ikimizde bayılmıştık. Gözümüzü açtığımızda mağaraya girdiğimiz yerdeydik. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız rüyamıydı, hayal miydi bilemedik bir süre. Sonra etrafıma bakındığımızda gördük ki içi kül dolu bakraç ve birkaç parça heykel yanımızdaydı.
Çok korktuk. Ömrümüzden ömür gitti. Sonra bir hışımla etrafta ne varsa toplayıp eve geldik. Ama günlerce ikimizde ölümlerden dönesiye hasta olduk.”
Melis dedesinin anlattığı hikâye aklına gelince içi ürperdi yine. Dedesi doğrumu anlatırdı yoksa masalı mı bilemezdi ama her dinlediğinde, her hatırladığında içi ürperir, etkisini günler boyunca üzerinden atamazdı.
Çulluk köyüne giderek yaklaşıyordu. Otobüsten indiğinde arkadaşı Esra onu terminalde bekliyordu. Terminalde Esra ile buluştuktan sonra kısa bir sohbetten sonra konu Osman amca’ya geldi.
“Ah bu Osman amcayı yılladır tanırım. Çocukluğumuzdan beri hep onun define merakını anlatırlar köyde. Şimdi de adamcağız hem bacağı kotu hem de ağzı yamuldu. En yakın arkadaşının da korkudan ödü patladı ve öldü” dedi.
Esra bunları anlatınca Melis’in kanı dondu. Böyle bir hikayeyi dinlemek, daha çok kabus görmek demekti ama bir kez gelmişti buraya.
Esra’ların evine gittiler. Esra’nın annesi yemek hazırladı. Yemeklerini yiyip, çaylarını içtikten sonra bir an önce Osman amca’yı görmek istediğini söyledi Melis Esra’ya. Toparlanıp Osman amcanın evine gittiler.
Osman Amca’nın evi sanki cenaze evi gibiydi. Karısı, kızı hala ağlıyorlardı. Melis Osman amca’nın yanına gitti. Kendisini tanıttı. Yaşadığı olayları gazetede yazmak istediğini söyledi.
Osman amca’nın gözleri hala korkuyla bakıyordu. Zor konuşuyordu. Kesik bacağını divana uzatmıştı. Elleri sinirli, sinirli titriyordu. Zor da olsa konuşmaya başladı ama heyecanlıydı. Çok belliydi heyecanlı olduğu.
“Benim küçüklüğümden beri anlatır durular şu tepenin ardındaki yamaçta bir gâvur mezarlığı olduğunu, o mağarada çok büyük hazineler olduğunu anlatıp durdular yıllarca. Herkes anlatırdı ya kimse cesaret edemezdi bakmaya.
Bizde Emin’le beraber ilk gençliğimizden beri oraya gitmenin, orayı kazıp hazineyi çıkarıp zengin olmanın hayallerini kurardık.
En sonunda karar verdik. Hayallerimizi gerçekleştirecektik. O gün birbirimizi ikna ettik. Bu işte korkulacak bir şey olmadığına ikna ettik birbirimizi.
Akşamüstü hazırlıklarımızı yaptık. Vardık tepeye. Etrafta mezar falan yoktu. Sadece birkaç tane taş kalıntısı vardı. Ağacın dibine oturduk. Korkuyorduk. Ama kararlıydık. Heyecanlıydık. Hayallerimiz gerçek olacaktı sonunda.
Kalktım, ilk kazmayı ben vurdum. Saatlerce kazdık, baya bir derine gelmiştik. Bu arada hava iyice karanlık olmuştu. Nöbetleşe birbirimize ışık tutuyor, nöbetleşe kazıyorduk. Sekiz, on metre kadar kazdık ki karşımıza büyük bir kaya çıktı. Epey bir uğraştık o kayayı yerinden kıpırdatabilmek için. Belki bir saate yakın kayayla uğraştık. Tam ümidimizi kesmişken kayaya son kez yüklendik ve kaya kalkıverdi. ,
Kayanın altında uzun boylu olduğu belli olan bir iskelet vardı ama iskeletin on parmağında on yüzük, hepsi yakut taşlı, boynunda yakut taşlı bir kolye iskeletin üzerinde ne varsa topladık. Sevinmiştik.
Oradaki hazinenin hepsini topladıktan sonra taşı yerine atık üzerine toprağı doldurduk. O kadar mutluyduk ki. Elimizde çok değerli olduğunu tahmin ettiğimiz on yüzük, üç kolye vardı. Birer sigara içip biraz dinlendikten sonra o hırsla birkaç metre ötesini kazmaya başladık.
Baykuşların ötüşü, yaptığımız iş bizi ürkütüyordu ama biz öylesine hırslanmıştık ki orayı da kazdık. Vakit artık gece yarısına yaklaşıyordu. Orada da aynı şeklide bir kaya çıktı. Bu kez kayayı daha kolay kaldırdık. Kayanın altından yine aynı şeklide kolları, parmakları, boynu dolu bir islete çıktı. Ondaki hazineyi de alıp onu da kapattık.
Her neyse uzatmayayım. Biz bu şekilde o gece beş mezar açıp kapattık. Artık vakit sabaha yaklaşmıştı. Alacakaranlık. Sabah ezanı okundu, okunacak. Bu artık son olsun dedik.
Yine kazmaya başladık. Kazdık, kazdık. Bu seferki her zamankinden daha derinde.On beş metre olmuştu ama hala bir belirti yoktu. Ben artık bitti kalmadı diye düşünürken yine aynı şeklide kayaya denk geldik. Kayaya yüklendik. Bu seferki kaya hepsinden zor kalktı. Kayayı kenara çektiğimizde bir den ne görelim.
Mezarın içinde üç küp altın ama bunda iskelet değil de, başında sarığı üzerinde mavi kaftanı sanki padişah yatmakta ve sanki dün gömülmüş gibi.
Çok korktuk. Almayalım dedik ama bir kez girmiştik bu işe ve açmıştık bu mezarı da. Hem üç küp altınla bunca hazine bırakılmaz diye düşündük.
Küpleri çıkardık. Cesedin üzerindeki hazineleri topladık. Tam mezarı kapatacağız sabah ezanı başladı. Ezan la birlikte ceset dirildi ve
“Ne yapıyorsunuz siz. Siz ne yaptığınız sanıyorsunuz” dedi.
Mezarından kalkmış üzerimize geliyordu. Gözlerini patlatmış sanki hazinelerini aldığımız için bizi boğacaktı. Hala ezan okunuyordu.
O arada Emin’in gözleri kaydı. Yeşil, yeşil bir şeyler kusmaya başladı ve yığılıp öldü oracıkta. Ödü patlamıştı korkudan. Korkudan öldü. Ölünmeyecek gibi değildi ki.
Sonra cesedin üzerine doğru gittim. O’nu tekrar mezarına gömmek istiyordum. Bu arada ezan’ın bitmesine az kalmıştı
Ceset dikilmiş öfkeyle bana bakıyordu. Ezan bitti, ölü gidip mezarına yattı ve gözlerini kapattı. Onun üzerine hemen kayayı kapatmalıydım. İşte o kayayı kapatmaya çalışırken bacağımın yarısı da mezarın içinde kaldı.
O mezarı nasıl kapattım hatırlamıyorum. Sabah bizi bulmuşlar. Benimde Emin gibi öldüğümü sanmışlar ama yaşıyorum işte.
Tabii buna yaşamak denirse”
Hikâyesini bitirdiğinde korkudan ağlıyordu. Sonra Melis;
“Peki, bulduğunuz hazineler ne oldu?” diye sordu.
“Hiç kimse bilmiyor. Bizi bulduklarında hazine falan yokmuş. Her şey, her şey kaybolmuş. Hatta bizim kazma kürekler bile.
Yani o geceden sonra koskocaman bir hiç uğruna, sırf hırsımız uğrana Emin canından oldu. Bende bacağımdan oldum ve her gece mezarlarını açıp rahatsız ettiğimiz ölüler benim üstüme, üstüme gelirler.
O mavi kaftanlı adam her gece sabah ezanında dikilir tepeme aynı öfkeli gözlerle bakar bana. Gözümü kapatsam da görürüm onu. Ezan biter ve kaybolur.”
Sonra Osman amca’nın bakışları daldı gitti. Esra ve Melis sessizce kalktılar yanlarından.
Melis eve dönmek için terminale geldiğinde duyduklarından çok etkilenmişti. Artık gecelerce uykusuz kalacak. Kâbuslarla boğuşacaktı.
Bu definecilik işiyle uğraşan insanlar hırslarının kurbanları oluyorlardı. Tıpkı dedesi, Mustafa dedesi, Osman amca ve Emin amca gibi.
Hırslarının kurbanı olan diğer insanlar gibi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.