ŞAPKALI MELEKLER
İlkokul ikinci sınıfa gidiyordum, çamurda bata çıka okula gidiyordum pak bir bahar gününde. Belimdeki okul çantası bir o yana bir bu yana salınıp duruyordu benimle beraber. Çamura batmamak için havada uçarak gidemez miydim okula? Biraz düşününce bu ihtimalin fotoğrafını çok beğendiğim Batılı bayan artiste ulaşmaktan daha zor bir ihtimal olduğunu anladım. Elimdeki çıkında beslenme vardı. Beslenme dediğim de iki elma ile yüz iki yüz gram dardağandı.
Okul bizim eve uzak sayılmazdı. Yaklaşık yüz adım uzaktaydı. Okulun dibine geldiğimde çişim geldi aniden. Okulun mozaikten yapılmış tuvalet taşına işeyeceğime şuraya işeyebilirdim. Çalının arkasına keyifle işedim. Okulun kapısına geldiğimde yepyeni kara lastiklerime bulamış olan çamuru temizlemek için havaya doğru tekmeler savurdum, etrafımda dönerek havaya tekmeler savurmaya devam ettim.
‘’Çok zekisin!’’ dedi kız arkadaşlardan bir tanesi.
‘’Çok zekiyim! ‘Zeki’yi biliyorum da ‘çok’ neydi kız?’’ dedim utanarak. O yıllarda Türkçe bilmemek şimdiki gibi övünç kaynağı olacak bir özellik değildi. Ne tam Kürtçe ne de Türkçe biliyordum. Bilmediğim Kürtçe bir sözcüğü babama sorduğumda babam ‘’Sen Kürtçeyi boş ver! Türkçeyi öğren, o sana lazım olacak!’’ derdi. Öğretmenimize de soramıyordum çünkü öğretmen çiş etmeyen üstün bir varlıktı.
Tek yol kalıyordu arkadaşlara sormak. Tekrar sordum: ‘’ Kız ‘çok’ ne?’’
‘’Cahil çocuk! ‘Pır’ demek, ‘pır’.’’
‘‘Cahil çocuk’’ diyen kız arkadaşımın da en az fotoğrafı bende duran artist kadar özel biri olduğunu düşündüm. Saçları kızılımsıydı, gözleri ela. Üstelik o parlak saçları diğer kızların saçları gibi darmadağın değildi. Hep taralıydı.
Nadiren kız arkadaşlarımdan utanırdım. Çünkü onlar da benim gibi kara lastik giyiyorlardı. Onların önlüklerine de çamur bulaşıyordu. Onların çıkınlarında da kurtlu elma oluyordu. Onlar da öğretmenin çiş etmeyen, tuvalete gitmeyen bir varlık olduğunu düşünüyorlardı.
Nasıl oldu bilmiyorum ama bu kızdan utandım. Belki üstünde gelen parfümlü sabun kokusundan dolayı. Ağır hareketlerle lastiklerimi kara lastik temizleme aparatında temizlemeye çalıştım. Okulun köşesine dikilen bu tahta aparatın dibinde epey çamur biriktiği için ayağımı yere indirdiğimde tekrar bulaşıyordu çamur.
Saat dokuza geliyordu ama öğretmen lojmandan henüz çıkmamıştı. Bağırıp çağıran arkadaşların arasına karıştım. Şekilli lastiklerim tekrar çamura bulaştı. O kadar çamur bulaştı ki yürüyemedim! Böyle yarım saat belki bir saat geçti. Öğretmenimiz hala uyuyordu.
Aniden okulun altındaki stabilize yolda üstünde kırmızı bir hilalin olduğu araç belirdi. Daha önce de bu aracı görmüştüm. Kafalarında beyaz şapkaları olan hoş kızlar geliyordu. Üzülmeli miydim yoksa sevinmeli miydim? O kadar güzel kızlar sıska koluma iğneler batıracaklardı! Diğer arkadaşlara çaktırmadan kaçmayı düşündümse de yapamadım.
Uzaklarda devlet adında çok iyi biri vardı. O devlet bizler de danalar gibi ölmeyelim diye iğneler yaptırıyordu bize. Üstelik kolumuz çok ağrımasın diye kafalarında şapkaları olan güzel kızlar bu iğne işi için görevlendiriyordu. Gerçekten de iğneler fazla acıtmıyordu. Belki de şapkalı kızlar melekti. Ama nedense şapkalı melekler gittikten sonra kolumuzu havada tutmakta zorluk çekerdik, ağrı kendini yavaş yavaş gösterirdi.
Öğretmenimiz aracın sesini duyunca aniden lojmanında çıkmış, şapkalı melekleri karşılamıştı. Üstelik ellerini bile sıkmıştı. Üstün bir canlı olan öğretmenin şapkalı meleklerin ellerini sıkması doğaldı. ‘’Haydi çocuklar teneffüs bitti! Sırayla içeriye gelin!’’ Bizler içeri hiç girmemiştik ki teneffüse çıkalım? Sorgulamamalıydı böyle şeyleri. Az sonra kolumuza batacak iğneyi düşünmeliydik…
Sırayla sınıfa geçtik, şapkalı iki melek iğnelerini hazırladı. ‘’Hiç acımayacak, önce kim gelecek bakalım?’’ dedi bir tanesi. Bir hemşirenin elindeki iğneye bir bembeyaz ve düzgün elbisesine bakıyordum. Devlet adındaki şahıs iyi bakıyordu şapkalı meleklere. Ne düşünürsem düşüneyim ‘’Önce bana iğne batırın!’’ diye karşılık veremedim.
‘’En iyisi listeden alalım! Evet, Cumali!’’ dedi şapkalı melek. Benim adımı böyle düzgün ve hoş şekilde söyleyen bir kız karşıma çıkmamıştı daha önce. Sabahleyin beni alaya alan kız arkadaşım gözümde sıradan biri oldu. Saçları güzel kokabilir, ama ismimi bu kadar düzgün telaffuz edemezdi o.
‘’Evet, Cumali gel bakalım canım!’’
İğneyi batırırken şapkalı melek derin nefes alıp verdi. Dişleri de tıpkı saçları gibi bembeyazdı. Canım acımayacak! Neden acısın ki? Melekler insanlara zarar vermezdi ki! ‘’Cumali, tamam sen yerine geç!’’
İlk kez o gün şapkalı melekleri süzen öğretmenin çiş eden bir canlı olduğunu anladım. Ve gözümde küçüldü, rakip oldu. O şekilde süzemezdi bana tatlı bir dille ‘’Cumali gel!’’ diyen bir kızı, meleği.
YORUMLAR
Bu insanları kapalı ve sıcak yerlere mahkum eden buz gibi soğuk Moskova gecesinde, gece gece güldürdün beni, Allah da seni güldürsün dostum. Neşeli, kıpır kıpır bir aktarımdı gerçekten de...Kalemine sağlık...
ccelayir
Çocuk olmak, çocuk gözüyle görmek böyle bir şey işte: Bazı şeyleri ne kadar da büyütürüz gözümüzde. Sonra nasıl olur bilinmez, hepsi yerli yerine döner. Biz her olayda büyürüz de ondan mıdır, kim bilebilir?
Çok tabii (hatta bazan fazlaca), öykünmesiz, geçmişi gözümüzün önüne resmeden çalışmalarınızı ilgi ile okuyorum. Fikirlerimiz, olaylara bakışımız farklı, yazılarınızdan anlıyorum, ama okunmayı hak ediyorlar.
Tebrik ediyorum ve azminizi devam ettirmenizi temenni ediyorum.
Selâm ile.
(Not: Çobanlık, peygamberlik mesleği denilir. Bu yönüyle ayrıca güzel.)
ccelayir
Saynur Baysal Öztürk
Tabiat, hayvanlar ve çocuklar... Evet, yeryüzünün nimetleri.