KARA YUSUF-VIII
..............
Valizler dükkâna bırakılır. Dışarı çıkarlar. Doğruca Yerköy’e gidecek olan dolmuşların durağına giderler. Musa, küçük bir yazıhaneye girer ve sorar. Sonra dışarı çıkar.
-Saat on ikide, üçte, beşte varmış...
-Emmi! Sen bilin de, erken getsek daha eyi olmaz mı?
-Getmiye gidekte, çok erken daal mi, Yusuf?
Aslan da araya girer;
-Gidek enişte. Burada vahit geçmiyo.
-Peki, siz bilirsiniz. Bah biletleri alıyom o zaman...
Yusuf ve Aslan gülümserler. Musa, hemen döner ve yazıhaneye tekrar girer. Biletleri alır ve çıkar.
-Tamam. Biletleri aldıh. Saat on bir sayılır. Hadin, hep beraber ‘hale’ gidelim. Bi şeyler alalım. Hasan Ağamın da işini bitirek.
Halden meyve, sebze ve başka şeyler de alırlar. Aldıklarını ayrı ayrı çantalara doldururlar. Musa, Hasan Ağaya çantaları iyice tembih eder. Çantaların kimlere verileceğini tek tek söyler. Hasan Ağa karşılık verir:
-Sen merah etme. Annadım her şeyi Musa. Siz yavaş yavaş gedin...
Osman Özer’in dükkânının önüne gelirler. Naylon çantalar dükkâna konur. Valizler alınır. Osman Özer gençleri öper ve iyi dileklerde bulunur. Sonra hep beraber dolmuş durağına giderler. Vakit gelir. Bir görevli boğuk bir sesle bağırır:
-Yerköy yolcusu kalmasın!.. On iki dolmuşu kalkıyoo...
Yusuf ve Aslan, Hasan Ağanın eline varırlar. Hasan Ağa, Yusuf’a sarılır ve yüzlerinden, gözlerinden iki kere öper. Arkasından dayanamaz, ağlayıverir. Boğuk ve kısık bir sesle konuşur:
-Hadi, gule gule get, gule gule gel, Yusuf’um...
Yusuf çok sabreder, ağlamaz. Ancak ağlamaktan beter olur. İçine atar, yutkunur. Hemen yönünü döner ve doğruca dolmuşa biner. Arkasından Aslan da öper Hasan Ağanın elini. Onu da aynı şekilde öper Hasan Ağa.
-Gule gule gedin Aslan’ım, gule gule gelin...Allah’a emânet olun hepiniz...
Saat tam on ikide dolmuş kalkar. Hasan Ağa, dolmuş ana yola çıkıp uzaklaşıncaya kadar sessizce ağlar ve el sallar durmadan. Onlar da el sallar dolmuşun içinden.
Yerköy’e vardıklarında saat bire yaklaşmıştır. İlçenin şehirler arası garajına kadar giderler. Son durak burasıdır. Buraya kadar dolmuş boşalmıştır. İçinde yalnız kendileri vardır. Garajlarda inerler. Dolmuşun üstünde sarılı valizler indirilir şoför tarafından. Musa, bir ara durur.
-Gelin bahalım gençler! Tüfekçioğlu’nun dükkâna gidelim. Valizleri goyalım. Sona düşünürük ne yapacamızı.
Giderler. Bir dükkânın önünde durur Musa.
-Burası...
Yusuf ve Aslan, valizleri usulca dükkânın önüne korlar. Musa, içeri girer. Başındaki şapkayı çıkarır ve selâm verir:
-Selâmünaleyküm...
-Vay... Aleykümselâm, Musa Kâ!..
Tüfekçi Osman, tezgâhın arkasından dolanıp gelir. Gelir gelmez kucaklar Musa’yı.
-Hoş geldin Musa Çavuş. Hangi rüzgâr attı seni?
Hemen bir iskemle çeker.
-Otur hele şöyle.
Musa gülümser, döner ve arkaya bakar.
-Bunlar, benim yiğenlerim. Askere gediyolar.
-Yaa, öyle mi? Hayırlı olsun! Gelin yiğenlerim. Geçin içeri. Hele hoş geldiniz siz de. Ee, nereye gediyonuz, gençler?
-Ben, İstanbul’a gediyom Osman Abi.
-Ben, Tunceli’ye gediyom.
-Yahu, Musa Çavuş, gusura bahma... Şu genci tanıdım da, Yusuf muydu adı?.. Hasan Ağanın oğlu değil mi? Ama şu genci tanıyamadım. Kimlerden?..
-Benim gayınım. Adı Aslan.
-Öyle mi? Ha, Osman Ağayı biliyom da bunları bilemiyom. Maşallah!
-Ee, daha nasılsın Osman Efendi?
-Allah’a çok şükürler olsun. Eyiyiz be, Musa Çavuş. Sen nasılsın? Sahi bizimkiler nasıllar? Bizim hanım geldiğini bi duyarsa, yedisinden yetmişine sorar durur, valla.
-Ben eyiyim Osman Efendi. Sizinkiler, bildiğin gibi... Bi yaramaz durum yoh. Yenge Hanım da hahlı tabi. Ne de olsa gurbet canım! Soracak anasını da, babasını da. Benden de selâm söyle.
-Ne o, acelen mi var gardaş? Dur hele. Bugün benim misafirimsin. Salmam valla!
-Saat beşte teslim edersen eyi olur demişti Binbaşı. Bi varıyım Jandarma Karakoluna da, bilgi alıyım.
-Tamam. Sen bilgi al, gel. Gençler burada dursun. Görürlerse salmazlar; alıgorlar belki.
-Doğru, hahlısın. Ben yalnız gediyim.
Musa, kalkar ve Jandarma Karakoluna gider. Dönüşü çok kısa olur. Gelir gelmez anlatır durumu. Gülümseyerek konuşmaya başlar.
-E, çabuk döndün Musa Çavuş!..
-İçeri girdim. “Ne istiyorsunuz?”dediler. Asker gotüren tren ne zaman gidecek? Bilgi almah istiyom, dedim. “Gidecek olan kim?”dediler. Yusuf Gürer, Yozgat-Merkez Bişek Koyünden, dedim. Hemen ileride başka bi asker, önünde bi masa, oturuyodu. “Merkez listesine bahıver. Adı, Yusuf Gürer.”dedi. Görevli asker hemen buldu. “Listede var.”dedi. Beni içeri girerken karşılayan asker, “En son tren, önümüzdeki sabah saat beşte hareket edecek. Doğudan gelecek askerlerle birlikte İstanbul’a gidecekler. Görevli askerler tarafından birliklerine teslim edilecekler. En son ahşam saat beşte tren sevkiyatı görevli askerlere teslim olması gerekiyo.”dedi. Ben de teşekkür ettim ve çıhtım. İşte böyle. Şimdi beşe gadar vahtimiz var. Tren sevkiyatı böyleymiş.
-Hayırlı olsun. Ne yapalım. En iyisi böyle aslında. Devletimiz en doğrusunu yapar. Rahat rahat gidersiniz valla. Allah hayırlı teskereler versin. Şimdi yemeğimizi yiyelim. Ben de acıhtım. Hadin çıhalım.
-Nereye Osman Bey?
-Şurada benim adamım var, hemen arkada. Nevşehirli. Eyi yemekleri var Musa Çavuş.
-Ama yemekler benden...
-Bura Bişek daal, Yozgat’ta daal. Bura Yerköy. Ben de Tüfekçi Osman’sam benim dediğim olur Musa Kâ!..
-Peki...
Çok gitmezler gerçekten, iki dükkân ötesinde bir lokantaya girerler. Yemeklerini yerler. Tüfekçi Osman, lokanta sahibine misafirlerini tanıtır.
-Benim köylüm bunlar, İsmail Ağa!.
-Ben senin köylünü bilmez miyim Tüfekçi. Desene hanımın koylüleri, arkadaşlar.
Gülüşürler. Lokantacı İsmail Ağa tatlı tatlı gülümser.
-Hoş geldiniz, efendiler.
-Hoş gordük, İsmail Ağa.
Yemeğin arkasından, lokantanın içinde hazırlanmış birer ikişer bardak çaylar da içerler. Sonra kalkarlar. Osman Bey, lokantacıya döner ve usulca seslenir.
-Sonra görüşürüz İsmail ağa. Hadi hayırlı işler.
-Güle güle... Gene beklerim. Size de hayırlı işler.
Arkasından Musa’da konuşur;
-Allahaısmarladık, İsmail Ağa. Hayırlı işler.
-Güle güle, Beyefendi. Güle güle. Size de hayırlı günler olsun.
Hep birlikte Tüfekçi Osman’ın dükkânına varırlar. Oturmazlar. Musa, Tüfekçi Osman’dan izin ister.
-Osman Bey!
-Buyur, Musa Çavuş.
-Sağ ol! Biz, müsaadenle ecik gezek. Valizler dursun. Bi saate gadar gelirik.
-Sen nasıl istersen Musa Çavuş... Siz gezin, dolaşın...
-Hadi, sana hayırlı işler.
-Sağ ol, Musa Çavuş.
-Hayırlı işler Osman Abi.
-Sağ ol, Yusuf yiğen.
-Golay gelsin, abi.
-Sen de sağ ol, yiğenim.
Dışarı çıkarlar. Yerköy’ün gezilecek pek bir yeri yoktur. Biraz yürürler.Musa, birden durur.
-Gelin, tren istasyonuna gidelim. Sivas, Erzurum tarafına tren var mı orenelim.
-Enişte! Askerlerle getmesem, olmaz mı?
-Olur da...Sen gene de trenle get. Yalnız getmek eyi olmaz bence.
Aslan seslenmez, karşılık vermez. Yavaş yavaş istasyona giderler. Normal bir sivil gibi Sivas’a, Erzurum’a gidecek treni sorarlar.
-Senin işin daha eyi Aslan. İlk tren yarın sekizde Sivas’a gadar gediyomuş. Öğleden sonaki tren Erzurum’a gadar gediyomuş. Yusuf’u uğurladıhtan sona da seni yollarım, Allah izin verirse. Hadi hayırlısı...
-Emmi! Saat gaç oldu acaba?
Musa, yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkarır ve bakar.
-Oo, saatte üçe geliyo.
-Enişte, daha vakit var nasılsa... Dışarıya doğru ecik yörüsek... Hem vahit de tez geçer.
-Tamam... Gelin, önce bi otele bahalım. Müsait bi oda ayırttıralım. Ne olur ne olmaz!
-Emmi! Geç teslim olsam, bi şey olur mu?
-Bu askerlik, heç bi işe benzemez Yusuf. Biz gene tedbiri elden bırahmıyalım. Bi çaresine baharıh. İnşallah, izin verirler de, hep beraber geceyi geçiririk.
-Çok eyi olur, enişte.
-Hele gelin. Şu otel işini bitirelim.
Musa’nın daha önce bildiği bir otel vardır. Zaten Yörköy’de bir tane otel vardır. Ama öyle yer bulunmaz diye bir endişe yoktur. Yine de Musa, işi sağlama almak istemiştir. Giderler. Kasabanın tam ortasında, Kaymakamlığın karşısında iki katlı ahşap bir bina. Boş oda çoktur. Görevli, el işaretleri de yaparak boş odaların yönünü anlatmaya çalışır. Musa, araya girer:
-Bize üç kişilik bir oda... Temiz ve havadar olsun.
-Tamam, Beyefendi. Şöyle oturun...
Duvarın dibinde dört iskemle durmaktadır. Otururlar. İskemleler, oturur oturmaz gıcırdar. Biraz yaslanıldığında yaylanıverirler sanki kırılacaklarmış gibi. Hemen toparlanırlar. Görevli, önündeki listeye isimleri yazar.
-Tamam, Beyefendi. Odanız üst katta beş numara. İsterseniz şimdi veriyim anahtarı.
-Sağ ol! Biz ahşama doğru gelirik. Borcumuz ne, arkadaş?
-Adam başı dört lira, abi. Kaç gün kalacaksınız?..
-Bir gun... Buyurun.
-Teşekkür ederim. Allah bereket versin.
-Bereketini gor. Biz, anahtarı geldiğimizde alalım...
-Tamam, hay hay Beyefendi! Biz sürekli buradayız. Siz keyfinize bakın.
-Peki, bize müsaade şimdilik. Hadi, hayırlı işler.
-Çok sağ olun Beyefendi. Size de hayırlı günler.
Otel işini ayarlarlar böylece. Dışarı çıkarlar. Bir kenarda dururlar. Ne tarafa gideceklerine karar verirler.
-Tüfekçi Osman, erken kapatmaz nasılsa. Hele bi şöyle istasyon tarafına gidek.
Tam bir saat kadar gezerler. Kendi kendilerine konuşurlar. Sonra Musa saate bakar ve gülümser.
-Ee, saat dördü geçiyoYusuf.
-Tamam, emmi. Valizimi alıyım, yavaş yavaş gidek istasyona.
-Ben de öyle düşünüyodum Yusuf. Hadi gidelim.
Dükkâna girerler. Tüfekçi Osman kendini işine vermiş öyle çalışıyor. Musa, girer girmez selâm verir.
-Selâmünaleyküm...
Tüfekçi Osman oturduğu yerden selâmı alır.
-Aleykümselâm... Hele hoş geldiniz. Oturun şöyle. Geciktiniz yahu. Ben size bi çay söyleyim.
-Zahmet etmesen Osman Bey. Yusuf’un saati geldi de. Yavaş yavaş istasyona gidelim diyoduk.
-Kaçta teslim oluyodu?..
-Beşte.
-Tamam, hatırladım.
Osman Bey, saati sorar Musa’ya.
-Saat kaç şimdi?
-Dördü on beş geçiyo.
-Oo, daha çok var, canım. Bir çay da içerik, iki çay da...
Kalkar ve yan taraftaki sokaktan çay ocağına doğru gider. Kendisi gelir gelmez arkasından da çaylar geliverir. Çaylar içildikten sonra Musa ısrarla kalkmak ister. Osman Bey fazla engel olmaz. Kalkarlar. Yusuf ve Aslan, Osman Beyin eline varırlar. Osman Bey de onları öper. Dışarıya kadar birlikte çıkarlar.
-Allah hayırlı teskereler versin, gençler. Güle güle gedin, güle güle gelin. Yolunuz açık olsun. Allah’a emanet olun...
Yusuf ve Aslan, ikisi birden teşekkür ederler.
-‘Sağ ol Osman Abi.’
-‘Allah razı olsun Osman Abi.’
Sonra da Musa, Osman Beye döner:
-Hadi, şimdilik Allahaısmarladık, Osman Bey. Gorüşürük gene.
-Güle güle Musa Çavuş. Allah yardımcınız olsun. Getmeden gene bi uğra.
-Sağ ol, Osman Bey. Her şey için çok teşekkür ederim. Söz, uğrarım. Hadi eyvallah!
Ayrılırlar. Osman Bey son kez el sallayarak döner gider dükkânına. Musa, Yusuf ve Aslan kaldırımda giderler. Musa, biraz gittikten sonra bir sokağa dönüverir.
-Aslan’ın valizini otele bırahalım.
-He, enişte. Ben, nasılsa gundüz gidecaam.
-Elimizde gezdirmiyek, canım!
Otel yollarının üstünde sayılır. Varır varmaz anahtarı alırlar. Görevli ile Aslan çıkarlar, valizi odaya koyarlar. Anahtarı Musa teslim alır. Oradan doğruca istasyona giderler.
Saat beşe on vardır, tren istasyonuna geldiklerinde. Tren henüz gelmemiştir. İstasyonun etrafında birkaç tane boş vagon görünmektedir. Kimi tek, kimi ikişerli ayrı ayrı rayların üzerinde emekliye ayrılmışlar gibi duruyorlar. Dışarıda bekleşen insanlar var. Yusuf, elindeki valizle amcasının arkasından yürür. İstasyonun bekleme salonuna girerler. Büyükçe bir salon. Bir düğün salonunu andırıyor. İçeri girer girmez yanından ve yakınından geçenler, alışkanlık olacak;
-“Aha bi tane daha...”, “Bu da asker bahsana...”, “Allah sevdiklerine gavuştursun...” Söylenirler. Kâh acıyarak, kâh gülümseyerek... İleriden, salonun dip köşesinden kalınca bir ses dikkat çekiverir:
-Ağaç valizli! Asker misin?
Musa, önde olduğu için karşılık verir:
-Evet, evet. İstanbul’a...
-Gelin bakalım! Listemizde var mı? Adı ne, askerin?
-Yusuf Gürer. Yozgat Merkezden.
O seslenen askere iyice yaklaşırlar. Bu, bir çavuştur. Bir koltukta oturuyor. Koltukta, bir tarafa yaslanmış vaziyette gururlu bir şekilde durur. Elinde bir de deri çanta, içinden bir defter çıkarır. Sayfaları çevirir ağır ağır. Her sayfayı çevirişinde bir elinin baş parmağı ile satırları takip eder. Okumuş, tahsilli edâsı verir.
-Tamam. Yusuf Gürer... İstanbul Topkapı. Şu anda bize katılmış sayılıyorsun. Aha, işaret ediyom. Valizini yanına al, burada bizimle bekliyorsun. Siz gidebilirsiniz.
Bu, herkes için sürpriz olur. Hele Musa ile Yusuf için beklenmedik bir durum olmuştur. Musa, gayet kibar bir davranışla önce kendini tanıtır. Gülümseyerek, çavuşa yavaşça seslenir:
-Çavuş! Ben Musa Gürer. Yusuf Gürer’in amcasıyım. Aynı zamanda muhtarım. Size yiğenimi elimle teslim ediyom...
-Tamam, anladık muhtar. Teslim ettin ya!..
-Şey diyorum, Çavuş!.. Tren, sabah beşte hareket edecek nasılsa... İzin versen de saat dörtte gelsek!..
Çavuş bir an düşünür gibi yapar. Sonra başını birden çevirir; alaycı bir biçimde güler. Oturduğu yerden salondaki askerleri gösterir.
-Muhtarım! O zaman şu gariplere de izin verek. İstedikleri zaman gelsin. Sen nasıl toplarsan topla, öyle mi? Yok! Olmaz!..
Çavuşun hemen yanında başka askerler de var. Belli ki onlar da görevli. Neden bilinmez, usta bir asker araya girer. Çavuşa döner ve konuşur:
-Ver be!.. Bir, iki saat sona gelsin, bi şey olmaz. Sen de notunu geldiği zaman alırsın.
-Bak, sorumlu sensin. Anlamam ben.
Usta asker, gülümseyerek karşılık verir:
-Tamam... Amcası muhtar. Yiğeniyle biraz gezsinler, konuşsunlar.
-Çok teşekkür ederim hepinize. İki saat sona gelirik. Sağ olun.
Yusuf’un valiz bir köşeye yerleştirilir. Üzeri yazılıdır. Dışarı çıkarlar ve çarşıya doğru giderler. Musa, karşı caddeye geçince durur.
-Ben acıktım. İsterseniz garnımızı bi yerde doyuralım.
-Benim hiç iştaam yoh, emmi.
-Benim de iştaam yoh, enişte. Gerçekten acıkmadım...
-O zaman ben de yemiyom.
Musa, cebinden saatini çıkarıp bakar.
-Beşi on beş geçiyo. Yediye doğru yerik. Hadi gidelim.
Yürür giderler Yerköy’ün içine doğru. Yusuf ilk kez bir trene binecektir. Caddenin kenarından yürürler. Yusuf amcasına sorar:
-Emmi!
-Buyur, Yusuf.
-Asker az gibiydi salonda... Daal mi?
-Öyle de... Sabaha gadar daha çok gelen olur, Yusuf.
Aslan araya girer:
-Enişte, sabaha doğru varsah istasyona! N’olacak ki?
-İşte, sizin heçbi şey bilmediğiniz belli oluyo. Düşünmedim daal, düşündüm. Biraz önce gordünüz. Biri gabul etmezken diğeri gabul etti... Yine de belli olmaz. Bi şeyler yaparıh, inşallah!
-Hani tren gece getse neyse. Ta sabah gidecek. Bu arada herkes salonda yatıp uyuyacahlar. O gadar galabalıhta fark etmezler belki.
-Ya, fark ederlerse...
-Ne yaparlar ki, doorler mi enişte?
-Bah, gorüyon Aslan; herkese guven olmaz...
-Hahlısın, enişte.
-Onun için hele zamanında varalım da... Baharsın, eyi taraflarına gelir de gene izin verebilirler. Aslında en doğrusu da bu. Her işiniz de izin almayı alışganlıh edinin.
-Emmi! Otele gedip bi gişilik yeri iptal ettirsek. Boşuna fazladan para vermesek...
Musa, Yusuf’un bu konuşmasına güler;
-Hele dur bahalım Yusuf! Belki geceyi de birlikte geçiririk. Allah böyüktür. Hem ne önemi var üç beş liranın, yiğenim.
Hava bu saatlerde iyice serinler. Kasabanın dışına çıkmışlardır. Geri dönerler. Musa, saatine bakar.
-Eveet... Saat altıya gelmiş. Havada soğudu, daal mi?
-Öyle, enişte. Ben de dönsek diyecadim.
-Ya bi lokantıya gidelim ya da bi gaveye gidelim...
-Sen bilirsin, enişte.
-Nasıl istersen, emmi.
-O zaman gelin lokantıya gidelim. Yavaş yavaş yemeklerimizi yerik. Üstüne çay da içerik. Ordan da kalkıp giderik.
-Tamam enişte.
-Hadin gidelim.
Adımlarını kendiliklerinden birazcık hızlandırırlar. Havanın azıcık soğuması onları daha hareketlendirir. Kasabada üç tane lokanta vardır. Daha önce gittikleri lokantaya gitmezler. Musa, değişiklik olsun düşüncesiyle başka bir lokantaya gider. Bu, yönü caddeye bakan bir lokantadır.
-Hadin bahalım...
Lokantaya girerler. Gayet kibarca karşılanırlar. Lokanta bomboştur. Garson, eliyle her tarafı gösterir gibi yapar.
-Buyurun, Beyler!..
Duvar kenarında bir masaya otururlar. Garson, elleri arkasında nazikçe konuşmaya devam eder.
-Hoş geldiniz. Ne alırdınız? Yemeklerimiz var. Dönerimiz var. Tavuk var. Yemeklerimiz...
Musa hemen araya girer:
-Sen bize döner hazırla.
-Baş üstüne efendim. Ne kadar olsun efendim? Bir, bir buçuk?..
-Hepsi bir buçuh...
Garson, olduğu yerden yüksek sesle bağırır:
-Üç tane bir buçuk kes. Yağlı olsun.
Arkasından tekrar sorar garson:
-Başka bi şey alır mıydınız? Ayran, yoğurt...
-Ayran olsun. Salata da var mı?
-Tabi efendim.
-Bi de salata...
-Hay hay, efendim!
Garson gider. Masada her şey vardır. Su, peçete, kürdan hazırca durmaktadır. Musa, bu arada Yusuf ve Aslan’a usulca seslenir:
-Önden bi şey alır mıydınız? Çorba gibi filan...
-Yoh enişte! Ancak yerik döneri, enişte.
-Ben de öyle emmi. Döner çok bile gelir.
-Çekinmeyin bah! Ne canınız çekerse söyleyin...
-Sağ ol, enişte.
Yusuf sadece gülümser. Bu arada garson, elinde salatayla gelir. Arkasından ayranları getirir. İçerden biri seslenir garsona;
-‘Dönerler hazır.’
Garson hızlıca gider. Giderken de karşılık verir:
-Hemen geldim.
Üç döneri birden getirir. Teker teker önlerine kor.
-Âfiyet olsun!
-Sağ ol, canım!
Ağır ağır yerler yemeklerini. Sularını içerlerken garson tekrar gelir. Zaten karşılarında izlemektedir garson. Bir taraftan boş kapları toplamaya çalışırken, bir yandan da sorar:
-Başka bi şey alır mıydınız? Tatlılarımız var; sütlaç, gadeyif...
-Ben, sütlaç alıyım.
Yusuf ve Aslan daha susarlar. Musa, onlara seslenir:
-Hadin bahalım! Tatlı da yiyecik. Söyleyin, ne istiyosanız?
-Ben, gadeyif alıyım.
Son kez de Aslan konuşur:
-Benimki de gadeyif ossun.
Garson hemen döner ve gider. Kadayıf ve sütlacı getirir. Tatlıları da yerler. Musa, garsona seslenir:
-Elimizi yıhıyacah yeriniz var mı?
Garson eliyle lavabonun yerini işaret eder;
-Tabi, Beyefendi! Şöyle buyurun!
Musa, lavaboya gider. Geldiğinde garson, elinde fatura kesilmiş durumda bekler.
-Fatura, efendim.
-Alıyım...
-Buyurun!
Ücret hemen ileride bir masanın başında ödenir. Karşılıklı iyi dilekler ve temennilerle lokantadan çıkarlar. Musa, kaldırımda durur ve saate bakar. Saat yediye yirmi dakika kalmıştır. Başını hafifçe sallar.
-Hadi gidelim istasyona doğru.
-Gidelim emmi.
İstasyona geldiklerinde, dışarıda bir kalabalık oluşmuştur. Musa, gülerek konuşur:
-Bah, gordünüz mü? Daha şimdiden istasyon dolmuş. Sabaha gadar daha çok gelen giden olur.
-Enişte! Bu galabalıhta unutmuşlardır belki Yusuf’u. Heç gorünmesek çavuşa...
Musa, şöyle bir Yusuf’a bakar ve gülümser.
-Sen nasıl düşünüyon Yusuf?
-Valla bilemiyom, emmi. Sizden ayrılmahta istemiyom. Sen nasıl diyosan öyle ossun, emmi.
-Durun bahıyım. Siz şöyle bekleyin. Ben yanlarına varıyım. Siz gorünmeyin, ha! Gene bi rica ediyim...
Musa, içeri girer. Bir süre sonra çıkar gelir. Yüzü öncesi gibi gülmez. Hatta sinirli bir tavır oluşmuştur yüzünde. Bir köşeye çekilirler. Anlatmaya başlar olanları.
-O çavuş var ya, o çavuş... Beni azarladı. ‘Aha not alıyom, dedi. Bana teslim olunmuş askeri geri vermem, bunu böyle bil. Hemen getir yiğenini; yoksam firar işlemi yaparım’ dedi. ‘Get başımdan...’diyerek azarladı o çavuş.
Yusuf, amcasının bu konuşması üzerine dayanamaz, konuşur:
-Emmi, niye sen gendini üzüyon? Ben nasılsa gidecam. Müsaade et, gatılıyım onnara. Sen, heç üzme gendini, emmi.
Arkasından Aslan da konuşur:
-Yusuf doğru söylüyo enişte. Aldırma sen o çavuşa. Herkes bi olmuyo ki... Bah, öbür asker nasıl annayışlı...
Musa, hafif bir biçimde gülümser ve başını bir iki kez eğer.
-Öyle! Doğru söylüyon Aslan!
Belli ki bir şeyler düşünmüştür. Gülümsemesinden ve başını sallamasından bu anlaşılır. Sonra konuşmasına devam eder.
-Şimdi beni iyi dinneyin. Ben, içeri girdiğimde salonun etrafına goz gezdirdim. Salonun çoğu pencereleri açıh. Çerçeveleri bozuh, gırılmış durumda. Kapı da sürekli açıh. Sanırım nöbetçi filan da yoh. Bi süre sona bu askerler uyumaya çalışırlar. Zaten şimdiden çohları uyumaya başlamış bile. Ben vardığımda çavuşta uzanmış vaziyetteydi. Yorgun bi hâli vardı. O da dayanamaz, bir iki saat sona uyur. Şimdi, Yusuf’la ben içeri girek. Aslan, sen burda bekle. Yusuf’u teslim etmiş oluyum. Herkes uyuduhtan sona Yusuf usulca dışarı çıkar. Biz de dışarda beklerik. Sona da birlikte otele giderik. Tamam mı?
Aslan gülerek karşılık verir.
-Tamam, enişte.
Musa ve Yusuf içeri girerler. Çavuşun yanına varırlar.
-Çavuş, biz geldik.
Çavuş görür görmez tanır. Doğrulur. Yanından çantasını alır; defteri çıkarır. Tekrar adını sorar.
-Adın neydi?
-Yusuf Gürer.
-Tamam! Geldi diye işaret ettim. Sen gidebilirsin. Sen de kendine bir yer bul. Git otur, yat...Buradan dışarı çıkmayacaksın. Tamam mı?
-Tamam.
Musa, Yusuf’a sarılır ve öper. Yusuf’ta amcasının elini öper. Birkaç adım ileri çekilirler. Vedâ ediyorlarmış gibi yaparlar. Sonra Musa, dışarı çıkar. Yusuf salonda kalır. Saat beşte geldiklerinde salonun yarısı doluydu. Şimdi ise neredeyse her yer dolmuş durumda. Kimi asker giysili, kimi sivil... Hepsi de bir yerden bir yere gidiyor. Hepsi de asker. Yusuf, amcası gider gitmez eşyaların konduğu köşeye varır. Valizini kontrol eder. Ağaç valiz ta uzaktan bellidir. Elini uzatır; başını sallar, valiz yerindedir. Şöyle bir etrafına bakar. Çoğu olduğu yerde uyumaya çalışıyorlar. Bunlar belli ki uzaklardan gelmişlerdir. Kimileri sessizce ikişerli, üçerli sohbet ediyorlar. Yusuf, kendine oturacak bir yer seçer. Her yer doludur. Çokları yerlere oturmuş, ayaklarını uzatmış... Yusuf, iki elini göğsüne bağlar, kapıya yakın yerde bir boşluk kalmıştır, bu daracık yerde ileri geri holta atar. Bazen bir elini çenesine dayar, başını aşağı eğer, düşünür durumda gider gelir.
Vakit geçmez bir türlü. Uyku zaten çok uzaktadır. Yusuf, amcasının dışarıda konuştuklarını da düşünür. “Acep yapsam mıdır? Emmime de söz verdim, gelirim dedim...” Yusuf’un kolunda saati yoktur. Artık duruma göre hareket etmeyi düşünür. “Herkes iyice uyusun, ben o zaman çıkarım.”der kendi kendine. Böylece kararını verir. Bunu, başını sallayışından, ellerini arada bir arkaya alışından ve durup durup sürekli salonun etrafına bakışından ve bir taraftan da çavuşu izleyişinden anlaşılır.
Kapıya yakın taraf, pencerelerin bulunduğu kısımda, duvarın dibine varır yere çömelir. Öylece durur yerde. Bir süre etrafı gözleyerek bekler. Kapıdan arada sırada giren çıkan olur. Hiç gürültü olmaz. Her giren çıkan sessiz bir biçimde hareket eder. Sanki dışarıda birisi var da tembih ediyormuş...
Bir ara ayağa kalkar Yusuf. etrafına bakar; beklediği anın geldiğini hisseder. Çavuş ve yanındakiler, kendinden geçmişçesine uyuyorlar. Diğerlerine de bakar, onlar da uyuyorlar. Hatta kimsenin içeri girip çıkanla ilgisi yok. Yavaşça kapıya doğru yürür. Holta atıyormuş izlenimi verir. Kapıya vardığında durur ve geriye döner yavaşça. Kimseyi ilgilendirmiyor salon. Bir koyu sessizlik çökmüş üzerlerine. Hele uyku ve yorgunluk sanki herkesi bağlamış gibi. Yusuf kapının eşiğine gelir, bir ayağını dışarı çıkarır ve başını gövdesinden az ileri uzatır. Bir sağa, bir sola bakar. Dışarıda birkaç insan vardır. Ancak bunlar asker değillerdir. Bütün vücudunu dışarı atıverir.
Artık kararını verir. Hemen istasyonun etrafını gezmeyi düşünür. Amcası bekleyeceğini söylemişti. İstasyonun sağ tarafına doğru gider ve ilk köşeyi döner. Karşıdan biri seslenir, yavaşça:
-Sen misin, Yusuf?
Ses caddenin karşısından gelmektedir. Yusuf sese doğru döner ve karşılık verir. Tanıdık bir sestir.
-Benim...
-Buruya gel.
Yusuf, hızlı adımlarla yanlarına varır. Şimdilik ‘çıkma harekâtı’ sessiz sedâsız başarılmıştır. Bu karar birlikte verilmiş ve onaylanmıştır. Hemen döner giderler. Doğruca otele varırlar. Odanın anahtarı Musa’dadır. Otele varır varmaz odalarına girerler. Odada dört yatak vardır. Biri boştur. Ancak otelde boş oda da çoktur. Kapıyı arkadan kilitlerler ve yatakların üzerine ayrı ayrı otururlar. Musa, seslenir ikisine de:
-Gelin soyunun, yatın ikiniz de.
-Emmi, heç uyhum yoh. Bu son gece... Gonuşah ecik!..
-Valla, benim de uyhum yoh...
Musa, Yusuf’la Aslan’ın bu sözlerine gülümseyerek karşılık verir:
-Uyhusuzluk çok kotüdür, ha! Bilmediğiniz yere gidiyonuz bah! Siz, bikaç saat uyuyun. Hadi, soyunun bahalım...
Yusuf ve Aslan kalkarlar. Yavaş yavaş soyunurlar. Yataklarının içine girerler. Musa soyunmamıştır. Yatağın üzerinde oturmaktadır. Yusuf amcasına seslenir:
-Emmi, sen de yat. Senin de dinlenmen lâzım.
-Hele siz yatın bahıyım. Birazdan ben de girecam yatağın içine.
Odanın içinde duvarda asılı bir gaz lambası yanmaktadır. Musa, ayağa kalkar ve lambayı, şişesinin üst kısmına üfleyerek söndürür. Odanın içi karanlık oluverir. Musa’nın tek düşüncesi Yusuf’un ve Aslan’ın bu son gecelerinde birazcık olsun uykularını almalarıdır. Kendisi bu son gecede nöbet tutmayı düşünmektedir. Çünkü Yusuf, saat beşte hareket edecektir. En geç saat dörtte istasyona sessizce varmalıdırlar. Onun için uyumamaya karar verir. Yatağın üzerinde elbisesiyle bağdaş kurar vaziyette oturur. Aklına saat gelir. Yeleğinin bir cebinden çakmağını çıkarır. Bir diğer cebinden saatini çıkarır. Çakmağı çakar, saate bakar. Kendi kendine yavaşça söylenir:
-Oo, saat on biri geçiyo. Çocuhlar uyusun.
Kendini duvara doğru çeker. Kollarını kaldırır, ellerini başının arkasına atar ve öylece yaslanır duvara. Bir müddet böyle durur. Aslında kendisi de yorulmuştur. Başını bir koysa yastığa belki uyuyuverecektir. Bu yüzden yorganın içine bile girmez. “Ben de uyur kalırsam kim kaldırır sonra?”diye düşünür.
Uyumayınca da vakit bir türlü geçmez. Yavaşça yataktan aşağı iner. Yusuf ve Aslan uyumuşlardır. Kapıyı açar, dışarı çıkar ve aşağıya iner. “Girişte birileri vardır” diye düşünür. Bir gaz lâmbası ileride yanmakta. Tahta merdivenden usul usul iner. Masanın arkasında, kendilerini karşılayan adam oturmaktadır. Masaya doğru, kollarının üstüne de başını koymuş uyuyor gibidir. Musa, yanına yaklaşınca adam başını kaldırır ve doğrulur. Yavaşça seslenir:
-Buyurun, Beyefendi.
Musa, gayet sessizce karşılık verir:
-Gençler uyuyo. Ben uyuyamadım. Sizi rahatsız etmiyom ya!..
-Yo, estağfurullah! Buyurun, oturun. Demek uyuyamadınız...
-Gendi gendime şimdi, osürür n’aparım... Çocuhları rahatsız etmeyim, dedim.
-Haklısınız! Eyi yapmışsınız!..
-Hem canım da sigara içmek istedi. Odada da sigara içmek olmaz, dedim. Çocuklar da rahatsız olur, diye düşündüm. Buruya geldim.
-Tabi, Beyefendi. Doğrusunu etmişsiniz. Burda sigaranızı içebilirsiniz.
Musa, cebinden sigarasını çıkarır. Kalın kaplı paketin üst kapağını açar ve önce adama uzatır.
-Buyurmaz mısın?
Adam az yerinden kalkar ve uzanır, bir tane alır. Bir de Musa alır ve paketi cebine koyar. Çakmağı ile adamın sigarasını yakar önce, sonra da kendisininkini yakar. Adam sigarayı eline aldığında şöyle bir evirir çevirir ve hafifçe gülümseyerek konuşur:
-Daha ilk defa bir Yenice içiyom.
-Ben de bununla başladım. Sahi adınız ne, hemşerim?
-Adım Kâzım.
-Benimki de Musa. Ben muhtarım. Yozgat’ın Bişek Köyü muhtarıyım.
-Ben de aslen Çiçekdağlı’yım da, ailecek Yerköy’deyik uzun süre. Yerköylü de sayılırız. Ne taraftadır Bişek Köyü, muhtar.
-Boğazköy tarafında. Hemen yanlarında Derbent, Baltasarılar Köyleri; beri yanda Dağboymul, Çorak, Kale, daha aşağılarda Boğaz, Musabeyli Köyleri var...
-Valla ne biliyim heç duymadım, muhtar. Hani biz o taraflara pek getmek de. O taraflar da buralara pek gelmezler. Sadece Musabeyli Köyünü duymuş gibiyim ecik.
-Evet, hahlısın.
Musa ve Kâzım iki eski arkadaş gibi oturup konuşurlar. Gecenin derinliğinde sigaraları birbiri arkasına ularlar.
Sık sık saatine bakar Musa. Saat üç olduğunda yavaşça kalkar ve odaya doğru gider.
-Varıp galdırıyım çocuhları.
-Eyi olur ya, muhtar. Uykuları da açılır, yavaş yavaş.
Odanın kapısı kilitli değildir. Kolu çöker ve içeri girer. Kapı hafiften gıcırdar. Seslenir usulca:
-Yusuf... Aslan...
Hemen uyanmazlar. Bir daha seslenir. Yusuf’un baş ucuna gelir ve bir elini yorganın üzerinden sırtına dokunur.
-Yusuf! Hadi gah.
Yusuf, yavaşça döner ve gözlerini açar. Amcasını görür görmez birden doğrulur.
-Sen gahmışsın! Maşallâh, emmi. Saat gaç, emmi?
Musa, hafiften güler.
-Ben heç uyumadım, Yusuf. Saat üç. Hani dörde doğru gidek, diyom. Haberleri olmasın tren görevlilerinin.
-Hahlısın, emmi. Sen de uyusaydın, emmi. Bizim için uyhusuz galdın...
Yusuf hızlıca elbisesini giymeye çalışırken Aslan da uyanır.
-Vahit geldi mi, Yusuf?
-He ya, Aslan! Aha gediyoh...
-Ee, desene sen bi yana, ben bi yana...Hadi Allah hayırlısını versin!
-He! Âmin!
Odadan çıkarlar. Musa, kapıyı kilitler ve anahtarı tekrar alır, cebine koyar. İçeride Aslan’ın valizi vardır.Yusuf’u uğurladıktan sonra geri geleceklerdir. Aşağı inerler. Kâzım Efendi otelin kapısının eşiğinde sigarasını içmektedir. Ayak seslerini duyunca hemen döner ve karşılar:
-Hayırlı sabahlar, gençler! Nasıl, eyi uyudunuz mu?
-Sağ ol, abi. Sana da hayırlı sabahlar.
-Çok eyi uyuduh, abi. Hayırlı sabahlar.
-Kâzım hemşerim, anahtar bende. Biz şimdilik daha burdayıh. Öğlene gadar anahtarı alsam... İçerde valiz var da...
-Tamam, muhtarım da, birazdan temizlik yapacağız. Yorgan, yastık, çarşaf filan değiştireceğiz de... Evvelallah heçbi şey olmaz valizlere.
-Anahtar mı lâzım, diyosun.
-Evet muhtar. Valize heçbi şey olmaz. Gozüm gibi bakarım. Heç merak etmeyin siz.
-Peki, öyleysem! Al, Kâzım Efendi. Hadi, bize müsaade.
-Müsaade Allah’tan muhtar. Güle güle..
-Hadi, Allahaısmarladık Kâzım Abi.
-Güle güle koçum. Allah, sevdiklerine kavuştursun. Güle güle git, güle güle gel aslanım! Allah, yolunu açık etsin!
Yusuf, Kâzım Efendinin eline varır. Kâzım Efendi elini öptürmez ama o, Yusuf’un yüzlerinden öper. Caddenin ortasına kadar uğurlar Yusuf’u. Saat henüz üç buçuktur. Kasabanın her yanı daha karanlıktır. Sabahın soğuğu acı acı değer. Açık hiçbir dükkân, iş yeri yoktur. Sadece kendileri var sanki caddede. Musa, hem gider hem de etrafına bakınır durur.
-Yahu bi tane dükkân, lohanta açık daal, be!.. Hem bi şeyler atıştırırdıh hem de yolda yemek için bi şeyler alırdıh... Eyi olurdu... Bilemedik. Bunu niye dün akşam düşünmedik? Şöyle bi tavuk ayarlasaydıh...
-Emmi, boş ver. Nasılsa param var. Nerde olsa alır, yerim. Sen merah etme, emmi. Hem geç yedik zaten. Valla, benim yiyecek yerim yoh, emmi.
-Neyse... İstasyona bi varah bahalım. Belki oralarda hazır bi şey satarlar.
İstasyona varırlar. Köşeyi döner dönmez bir hareketlilik görülür. Caddeyi hızlıca geçerler. Doğruca içeri girerler. Akşam nasıl yatmışlarsa hâlâ öylece kalmışlar sanki. Yalnız içeri giren çıkan eksik değil. Buna rağmen askerler ve görevliler hiçbir şeye aldırmadan yatmaya devam ediyorlar. Musa, sessizce Yusuf’un kulağına eğilir ve usulca seslenir:
-Yusuf, sen burda gal. N’olur, n’olmaz. Şimdi bunlar çok geçmez galharlar. Ben bilirim bunları. Hemen isim ohurlar, yohlama yaparlar. Ben dışarıya bi bahıyım. Bi şeyler alıp geliyim.
Yusuf, hafifçe boynunu büker ve gayet yavaşça karşılık verir:
-Peki, emmi.
Musa hızlıca çıkar. Etrafına bakınır önce. Birdenbire bir şey göremez. İleri doğru gider. Az ötede üç kişi konuşmaktadır. Yanlarına varır;
-Selâmünaleyküm, beyler. Yiyecek bi şeyler alacam da... Nerde bulabilirim, acaba?
Birisi cevap verir. Bir eliyle de tarif eder.
-Caddenin karşısına geç. Sağa dön. Ordan da ilk sağa dönüncek açık lokanta görürsün...
-Teşekkür ederim hemşerim. Sağ ol.
-Bi şey değil, hemşerim.
Musa ve Aslan birlikte ve hızlıca denilen yere giderler. Gerçekten bir lokanta açıktır. Hemen “Ne var, ne yok” diye sorarlar. Lokantacı bu konularda belli ki deneyim sahibi olmuş, hazır paket usulü yiyecekler bulundurmaktadır. Tam istedikleri gibi her şey var sanki. İki adet tavuk hazırlanması istenir. Aldıkları gibi hızlıca çıkarlar lokantadan. İstasyona geldiklerinde aynı durum devam etmektedir. Yusuf’un yanına varırlar. Musa, elindekini Yusuf’a verir.
-İki tane gızarmış tavuh... Yolda yersin. Her hangi bi durum var mı, Yusuf?
-Yoh, emmi. Herkes uyuyo. Aha, gordüğün gibi emmi.
Musa, gülümseyerek Yusuf’un koluna girer. Kapı tarafına doğru çeker götürür. Cebinden cüzdanını çıkarır. Yusuf’un gözünün önünde parasının yarısını böler, Yusuf’a verir. Yusuf, başını eğer, almayacak gibi yapar. Amcası cebine sokar.
-Paranı çoh eyi yerine goy. Kimseye paran olduğunu belli etme... Paradan heç gayle etme.
-Emmi, beni utandırıyon!.. Daha dün Yozgat’ta da verdin, ya. Aha, duruyo öylece. Olsun oğlum; fazladan olsun! Uzah yer, şu İstanbul. Ha deyince ne para gonderilir, ne de gedilip gelinir...
Konuşurlarken bir tren acı acı düdüğünü öttürüverir. Daha tan yeri bile ağarmamışken, bütün karanlığı yırtar adeta. Kurulmuş saat gibi salondaki askerlerin hemen hepsi birden irkilir. Bir kıpırdanma, bir hareketlilik başlar. Çavuş ve yanındakiler dikiliverirler ayağa. Bir yandan gözlerini ovalarlar, bir yandan da eşyalarını almaya çalışırlar. Çavuşun yanındakilerden birisi sesini yükseltir:
-Evet, arkadaşlar! Toparlanın ve eşyanızı yanınıza alın. Sayım yapacaz.
Bunu duyan Musa ve Yusuf birbirlerine bakışırlar. Musa, birden Yusuf’a sarılıverir.
-Ayrılıh vahti geldi, Yusuf. Hadi, Allah yolunu açık etsin, yiğenim! Gule gule get, gule güle gel! Sen bizi heç merah etme. Mektubunu uzatma...
-Sağ ol, emmi. Sen de dikkat et gendine, emmi. Beni merah etmeyin. Varır varmaz ilk fırsatta mektup atarım. Herkese selâm söyle, emmi. Allahaısmarladık. Hakkını helâl et, emmi!
-Helâl olsun, yiğenim. Allah hayırlı teskereler nasip etsin! Gule gule, yiğenim! Allah’a emanet ol, Yusuf’um!..
Musa durgunlaşır birden. Ağlamamak için kendini zor tutar. Ama gözleri kararmış bulutlar gibi dopdolu oluverir. Yusuf, arkasından Aslan’la da vedâlaşır. Çok sıkı bir şekilde kucaklaşırlar. İki, üç kez öperler birbirlerini. İkisi de birbirlerine “Allah’tan hayırlı teskereler” dilerler. Yusuf döner ve valizi koyduğu yere doğru yavaş hareketle gider. İsim okunmaya başlar. Bu sırada Musa, dayanamaz ve dışarı çıkar. Zaten salonda o sırada kendinden başka sivil kimse de yoktur. Ardından Aslan’da çıkar. Son kez kapının ağzına bir daha gelirler ve bakarlar. Yusuf’a el sallarlar acı bir gülümseyişle. Dışarıda Musa ve Aslan, içeride Yusuf, ayrı ayrı düşüncelerde ve ayrı ayrı yollara gitmek üzere beklerler. Çok geçmez içerden bir gürültü gelir. Kapıdan bir görevli asker çıkar ve kapının yanına geçer. İçerden çıkanları dışarıda ikişerli sıra halinde dizer. Yusuf’ta aralarındadır. Aslan dayanamaz ve Yusuf’a seslenir. Elini sallar görmesi için.
-Yusuf! Biz burdayıh!
Ardından Musa da elini sallar sadece. Konuşmaz, konuşamaz. Sadece içinden ve kendi kendine mırıldanır:
-‘Gule gule yiğenim! Gule gule get...’
Ağır adımlarla ileride duran trene doğru giderler. Tren zamanından da önce gelmiştir. Belli ki saat beşte hareket edecektir. Trenin iki ayrı kompartımanına binerler. Yusuf artık trendedir.
Saatin beş olması beklenir sadece. Ortalık yavaş yavaş aydınlanır. Şafak söker. Bazı at arabalarının sesleri duyulur. Caddelerde insanlar birer ikişer görünmeye başlar. Yerköy’ün derin sessizliği bir bulut gibi dağılmaya başlar. İstasyon binasının üzerinde kuş sesleri eşlik eder hareketliliğe. Sanki treni uğurlamaya gelmişler. Musa, saatine bakar dururken tren düdüğünü aniden öttürür. Elindeki saati gülümseyerek Aslan’a gösterir.
-Evet, Aslan! Bah, saat beşe beş var. Makinist uyarıyo herkesi. ‘Hareket edecam’ diyo.
-Hahlısın enişte. Hareket edecek tren.
Saat beşte tren hareket eder. El sallarlar Musa ile Aslan. Yusuf, İstanbul’a trenle askere gider.
**
Üç gün olur, beş gün olur...Bu üç, beş gün çok uzun zaman gibi gelir. Hatice Gelin, muhtar emmisine utana sıkıla sorar:
-Emmi!
-Söyle Hacca!
Hatice, yine kısa bir an susar. Emmisinin yüzüne bakamaz, utancından. Başını yere eğer.
-Şey, emmi!.. Haberin olursa bana da söylesen, diyecadim de...
-Ha, annadım. Şunu açıhça söylesene, Hacca. ‘Yusuf’tan mektup ne zaman gelir?’ diye düşünürsün... Daal mi? Tamam, tamam. Sen merahlanma. Ben mektup geldiğinde söz; ilk önce sana haber verecam.
-Sağ ol, emmi!
-Bu kadar erken bekleme ha! Daha gideli bi hafta olmadı bile. Sen, hele bir, iki ay sonasına bah. Dünyanın öbür ucu İstanbul. Daha yerine yerleşecek, alışacah... Postaneyi, yemekhaneyi, yatahhaneyi... Daha neler neler orenecek. Ondan sona ustalaşacah. Frsatını bulunca da mektup yazacah. Yazmak yetmiyo, bi de onu gondermenin yollarını orenecek. Yaa!..
Hatice Gelinin üzeri yüklüdür. Musa Emmi ile avluda konuşurlarken kaynanası Rabia Hanım yanlarına gelir. Gülerek aralarına girer, konuşur:
-N’ediyonuz? Hacca ne istiyo gayınım?
Musa, tatlı bir şekilde güler.
-Hacca...
Lâfını sürdüremez ve daha da güler.
-Ne yapsın?.. Yusuf’u özlemiş Hacca...
-N’edek yavrIm? Canı sağ olsun oğlumun. Sayılı gun tez gelir geçer, inşallah!
Rabia Hanım, Hatice’nin elinden helkeleri uzanıp almaya çalışır. Hatice Gelin evlerinin önündeki pınara gitmek için çıkmıştı. Avluya inince muhtar emmisiyle karşılaşmıştı. Hatice, bakır helkelerini önce vermek istemez. Ama Rabia Hanım ısrar eder ve elinden çeker alır. Alırken kaş göz işareti yapar Hatice’ye. Gözleriyle karnını gösterir. Bu arada ağzından kaçırıverir;
-Gızım diggatli olman lâzım ya!..
Musa hiç çekinmeden araya girer. Anlar söylenenleri. Gülümseyerek yengesi Rabia Hanımı destekler.
-Tabi tabi. Gendine dikkat et! Öyle ağır mağır şeyleri galdırma. Ağır işler gorme! Doğru söylüyo emen.
Hatice Gelin, bir kuş olur uçuverir oradan. Ne zaman çıkmış, ne zaman varmış evine?..Belli ki çok utanmıştır. Emmisi tarafından hamile olduğunun bilinmesine çok utanmıştır. Rabia Hanım, kayını ile birlikte çatal kapıdan çıkarlar.
Hatice Gelin için her bir gün, bir yıl olur sanki. Dört gözle bekler mektubun ucunu. Bir gelseydi ilk mektubu Yusuf’un, neler yazacaktı neler...
Küçük İkbal’ın elini çizecekti kâğıda. Karnındaki yavrusunu anlatacaktı. Yusuf’un haberi yoktu daha. Mâniler yazacaktı. Kâğıdın her yanını süsleyecekti güllerle, çiçeklerle. Hatta gerçek güller koyacaktı zarfın içine. Bir gelseydi...İçine sevdasını, özlemini koyacaktı.
Evin en dip köşesinde ‘curfalık’ adını verdikleri kilim dokuma tezgâhının başına geçer Hatice. Boş vakitlerini hep onun başında geçirir. Elleriyle boyadıkları rengarenk iplerle ne kilimler dokurlar curfalıkta. Hatice Gelin, bir türlü gelmeyen mektuba yazacaklarını, kilimin en orta yerine, en ücra köşelerine yapar. Duygularını, sevdasını işler bir bir kilime. Kilimle dertleşir, kilimle söyleşir uzun uzun. Sırlarını bir bir anlatır kilime.
Nehir yapar, ‘Akıp varayım’... Kuşlar yapar, ‘Kanatlanıp uçayım’... Çeşit çeşit, renk renk güller, çiçekler yapar, ‘Ta uzaklara güzel kokularımı salayım’... Hatice Gelin, öyle bir şey daha yapar ki, bütün sevgisini, sevdâsını, hayatını, canını işler kilimin ta ortasına. Ortasından ikiye böler kalbi. Bir yarısı Yusuf, bir yarısı kendisi...Kilim dokur Hatice gelin ama her ilmekte bir kelime okur Yusuf’a. Yaptığı her bir şeyde Yusuf’u görür. Ötüşen kuşlarda... Kıvrım kıvrım akıp giden nehirde...Ağlayan o yalnız bülbülde...Boynu bükük gülde...Renk renk açmış çiçeklerde...Engin gökyüzünde... Yüksek tepelerde...Yeşilliklerin arasında.... Kilimin her yerinde, her ilmeğinde Yusuf’unu görür. Kilim, Yusuf oluverir...
Güller sözcük, sözcükler gül olur. Sıra sıra dizilirler kilime. Kuşlar kanat çırpar türküsüne; eşlik eder sanki. Nehirler yanan yüreğine su olur, cümle cümle, dize dize şiirlerinde. Hiç aldırmaz yanındakilere. Yanında görümceleri, muhtar emmisinin küçük kızı... Hem dinlerler hem izlerler. Gülerler. Neşeyle seyrederler Hatice Gelini. Hatice Gelinin hem eline hem de söyleyen diline merakla bakarlar. Hatice Gelin bir dalar ki hayâle, kendinden geçer birden:
“Üç gün oldu, beş gün oldu gelmedi,
Yandı gönlüm, soldu gülüm soldu gel.
Zalim felek şu yüzüme gülmedi,
Boynum bükük, kolum tutmaz oldu gel.
Neyleyim ben sensiz gündüz geceyi,
Zor söylüyom bile tek bir heceyi,
Fedâ ederim ben sana niceyi,
Kafeste çil keklik gibi kaldım gel.
Böyle gavil gurmamıştık ikimiz,
Hani bırakmayacaktı elimiz,
Şahitlerimizdi yüreklerimiz,
Bir yanımda, bir karnımda yavrun gel.”
Hatice Gelin sık sık kendinden geçer. Tâ Yusuf’un yanına gider sanki. Hep onunla konuşur, söyleşir.. Çekinmez yanındakilerden. Onlar yabancı değiller zaten. Hepsi de kendisi gibi gençdirler. Hatta nişanlı olan bile var içlerinde. Hatice Gelin söyledikçe onların da hoşuna gider. Birbirlerinin gözlerine bakarlar. Birbirlerine gülücükler atarlar gizlice. İşaret ederler arada bir parmaklarıyla ‘Sus... Sakın konuşma...’der gibi. Öyle dikkatle dinlerler ki, ezberlemeye çalışırlar Hatice Gelinin söylediklerini. Hatice, aklına geldiği gibi söyler, döker. Kâh türkü, kâh mâni... Ama dertli dertli, yanık yanık okur aklına gelenleri. Çoğunu da o an kendi uyduruverir. Uydurur ama hepsini de ‘taşın gediğine oturduğu gib’ yerli yerine kondurur, yakıştırıverir sözleri. Âşık olur birden Hatice Gelin:
“İlmek atarım kilime,
Ağzımda bir tek kelime,
Yakışır Yusuf dilime,
Yârsiz geçen vay halime.
Kilime çok ilmek attım,
Bülbülü güle ağlattım,
Kollarımı da bağlattım,
Yârsiz geçen vay halime.
Renk renk dokurum kilimi,
Uzatırım boş elimi,
Kilim göster sevgilimi,
Yârsiz geçen vay halime.
Baharın mı sarı rengin?
Mavin semâ gibi engin,
Yeşillikler yerde zengin,
Yârsiz geçen vay halime.
Ne kışın, baharın vardır,
Ne de yalan dünya dardır,
Bende hepsi de karardır,
Yârsiz geçen vay halime.
Kilim sırdaş oldun bana,
Yolda yoldaş oldun bana,
Bacı, gardaş oldun bana,
Yârsiz geçen vay halime.”
Hatice’nin kardeşi de askere gitmiştir. Hem de Yusuf’la birlikte. Kardeşi Kütahya’ya gitmiştir. Kardeşinin havacı olduğunu söyler babası Musatafa Efendi. Bir ara kardeşi Ali gelir Hatice’nin aklına. Onun için de duygulanır. Onun için de söyler kilimin başında. Kardeşi Ali’nin de çok özel bir yeri vardır gönlünde. Kendisinden çok fazla değil ama Ali yine de büyüktür. Sanki ikiz gibi büyümüşlerdir bir arada. Beraber yemişler, beraber gezmişler, beraber büyümüşler Ali ile. Hatice Gelin kardeşi Ali’yi de özler ve ona da türkü yakar.
“Ali’m gardaş esker misin?
Acep şimdi gökte misin?
Hacca bacın kurban olsun,
Can gardaşım neredesin?
Beraberce yedik, içtik,
Derin sulardan çok geçtik,
Ali’m seni de özledim,
Biz ikimiz bir yetiştik.”
Hatice Gelin, söyledikçe açılır. Açıldıkça da üstüne yağmur yağmış, başından aşağı sular boşanmış gibi ter içinde kalır. İncili keteninin uçlarıyla silmeye çalışır durmadan yüzünü, alnını ve tüm boynunu, boğazını.
Her zaman olduğu gibi içerden bir ses o derin hülyâsından uyandırıverir. Ya kaynanası ya da kayınbabası seslenir ve o zaman gerçek dünyasına dönüverir Hatice Gelin. Yavaş yavaş kalkar curfalığın başından. Ya çocuğun karnı acıkmıştır, ya başka bir şey istenmiştir
Böyle böyle geçer günler, haftalar, aylar. Hatice Gelin bir kilim bitirmiş, ikincisine başlamıştır. Her kilim yeni bir dost, yeni bir sırdaş olur. Bir gün bir ses, ilmeği yarım bıraktırır Hatice Geline:
-Hacca Bacıı! Müjdemi isterim... Müjdemi isterim!..
Bir ok gibi fırlar kilimin başından. Kilimin iplikleri saçılır sağa sola. Kilim bile şaşırır. Böyle kalkmazdı aniden Hatice Gelin. Seslenen Musa Emmisinin kızı Sürmeli’dir. Hatice Gelin bir adımda salona çıkmıştır. Sürmeli kız heyecanla ve sevinçle tekrarlar sözlerini:
-Müjdemi isterim Hacca Bacı. Yosam demem...
-Peki, tamam. Söz, Sürmeli. Ne diyosan yapacam. Ne dersen alacam sana. Yeter ki çabuk söyle. Gurban olurum sana. Hadi söyle, Sürmelim!
-Ağam şehirden geldi ya...
-Ee, söyle çabuh, gız!
-Yusuf Ağamdan mektup gelmiş. Ebem ohutturuyodu ağama.
-Nerde mektup, Sürmeli? Sizin evde mi?! Emmimde mi şimdi?..
-Hee, ağamda...
-Hadi gel, biz de gidek. Emmim bana da ohusun mektubu.
___________ romanın devamı var ___________ EKREM GÜRER