münacaat
Yüzümü kesen bakışın keskinliğiydi
çocukluğumdan geçen babamın yorgun sesi mantarlı tırnaklarında bir dünya acı taşırdı babam susunca ölürdüm çocuk kalırdım konuşunca ve her yağmur yağdığında çobanlık abasını geçirip sırtıma bozkırın sarı okyanusunda hayallere dalardı bir bulutun peşine takılarak yakarak varlığından zulmün tozunu gözüne kaçan aşkla bakardı gün ışığı çiy tanesi ve veremli şarkıların uğrak hüznün muğlak olduğu Dicle’nin haykırışlarına nefes olurken bedeni kör bir mayısın kıyamet sabahında takıp eline kelepçeleri götürdüler ve ben hep çocuk kaldım böyle yüzümde gülüşü yüreğimden sevgi tohumlarını kuruttular hayatla sürekli çatışarak ama yarına hep umutla bakarak boy verdim ömrümden gün almadan yedi yaşında kalarak işte o zamanlar bağrımda yeşil bir ağrı soluğumda karanlık bir rüzgar bir yandan sarışın çocukluğumu toplayıp diğer yandan kırlangıçlarla söyleşirdim heybemde biriktirdiğim gökkuşağı ile cebimde kayışı yırtık saatimin an donduran tik tak sesleriyle büyürdüm büyürdüm büyürdüm hiç yaş almadan sedef bir gökyüzü altında çevgeninde pörsük kesiklerle ihtiyar bir yolu arşınlayarak sol kaburgamdan sızan acıya doğru yön alırken çıkınıma tatlı bir tebessüm boynuma yadigar muskasını takardı annem ben adı güzel bahtı çirkin sırtında aşk kamburu tüm mecralarda dili kayıp durmadan dost hançerlerini sayıp diz çöküyorum önünde tanrım adım Barış dilimde keskin bir haykırış öl beni bitsin bu zamansız başkaldırış |
yalnızca iyi yazılması aynı tadı bırakmıyor
kusursuz diyeceğim kendi adıma