Bu meselenin son zeyline gelmiş bulunuyorum. Uzun zamandır beklediğim için, artık bu kadar güzel bir hissi de hissetmek değil, çıplak gözle hakikati görüyorum.
Zamanı geldiğinden şirke girecek zeyl kapanıyor. Ancak şirk içindeki .....'ler de kapanacak. Zamanı geldiğinde söylenecek sözleri çoktan söylenmiş sözlerin ayrı bir yorgunluğu elbette olur, olacak ve olmuştur.
Sükût sebebi itibariyle itiraz barındıran meselelerin bilhassa ortaya çıkışına zemin hazırlıyordu. Zeyl kapanır kapanmaz da zaman içinde hiçliğin zenginleştiği yerden imkan olursa başka bir şey gelecek.
Şu an için değerli olan tek şey, eskisi gibi O'nu dinlemek.
Öyle bir perde ki, bu hakikati gölgeleyen bir perde. Ancak Hendek'te 26 gün boyunca dayanıp, müdafaadan şaşmayan Sahabe bilincini unutmamak lazım.
Benim için de yeniye doğru bir son yaklaşırken, bu aslında istikbalinde hayali ve hülasasıdır. İmanın evde oturup, zikretmekle olmadığını ve çirkinleştiğini yüzlerde şirkin nasıl bir hal aldığını o perde kalkınca görecekler için nasıl bir kuvvet tanzim etmek gerekir, ona kafa yormak lazım. Çünkü zaman imanla/ imansızlık arasında gidip gelirken, küfür kudurganlığı hiç durmamaya devam etse de, bir zümre Muhammedi ahlak galip olacak ve imanla ahirete göçecektir.
sırf poz vermemek için de orada oldular. ben onları sevmiyorum. yarın çıkar ama mecbur kaldık diyecekler ama sevmiyorum. şirktir. müslümanca hareket değildir.
senin kardeşin, kuzenin, yeğenin, oğlun, arkadaşın, sevgilin yirmi yaşında askere gider, ölür. bu kadar basittir. senin dayın varsa ancak seni işe sokabilir, ölümden kurtaramaz pisi pisine.
eğer şubat dersek, şubat ciddi ancak basitti. duvarlar şahit.
1997 1987'e gel. gelelim tarihe. türban olaylarının başladığı tarihtir. 1997'e çok laf atılır, ta ki 2007'de yumuşamalar başlar ki, yirmi sene.
1997 2017 arası eder yine yirmi yıl.çillerin aklanması geçerli miydi, bunu koça sorsunlar. 1997 bu.uğur mumcunun ailesine tazminat ödeyen içişleri bak. idi. bakalım ki, devlet tazminat ödüyor. mumcu cinayetini bilen bilir ki, ... sorumludur. a.çakıcı denen devletin piyonu, hayalci de bir adım öne atladı. asıl şubattı mevzu. yirmi yıl olacak neredeyse seneye.
yirmi yıllar ve on yıllar çok şey gösteriyor bu ülkede. geriye gidince de anlaşılır.
2009'dan beri belli olan şeyler vardı. ancak bu kadar kesin çizgileri öngörememekle beraber, yine de içten çok fazla düşünmedim değil. sonun da bir on yıl daha ekle. 2019. 2022.
1- bu devlet malıdır. bunda tüyü bitmemiş yetimin hakkı var.
2-türk, kürt, çerkez, laz..
Birincisi devleti bu kadar yüceltiyorsan da, önce şunu diyeceksin. Hiçbir ceza olmasa da yine de Allah'ın emrine uyar mıydın? Yetim hakkı için dğeil iyi insan olmak için iyi yaşar mıydın?
İkincisi. Türk ciddi mana da azınlık haline gelmiştir. Konu bu değil. Çerkez, laz ne lan? Saçmalamayın yeter.
idam gelince düzelecek mi her şey? örneğin tecavüz olayına idam verilecek mi? oğlancılara ne olacak? şeriat ise maksat, ölüm cezası ölüme binaen verilir ki, şahit ve itiraf kati olmalıdır.
amerika'da adam diyor ki, müslümanlar şehirde çoğaldı, hırsızlık çoğaldı. anlasınlar artık.
mesela insan şunu der, günde 200 defa salavat getir, sonra ne bileyim yedi kere esmayı oku filan. tamam denir de, ardı ardına tüm duaları söylemek abes yani.
Bu arada hala zengin bir hayat sürme hevesini taşıyan gencinden yaşlısına, kredi bataklıkları da dahil, bakınca acıyorum. Amacınız ne sizin? Oğlana kıza ev bırakacağınıza önce temiz bir din bilgisi, ahlak bilgisi verin diyeceğim ama siz de o bilgi, ahlak yok ki!
türkiyenin siyasi tarihi bir tık kadar ötede olmakla beraber, her şeyin ötesinde RABBİM insanlığımızı korusun. Bu ülkeye güzel günler versin. Dünya'da barış olsun. Terör örgütleri cezasını bulsun.
karaoğlan ile faizbakanı bazen karşılaştırırlar. sizin hoca dediğiniz faizbakan siyasetten anlamazdı. yine de merhametli adamdı. karaoğlan'da amerikancı, tabiri caizse mandacı ancak modern bir zattı. ikisini de devlet harcamıştır. çünkü ortak bir güç ortaya çıkaracaklar akılları olmamakla beraber, buna tabanları müsaade etmezdi.
bu arada sırf Allah adı geçiyor diye yüceltilen bazı insanların eserleri, insanları sığ yapmıştır. batıya küfür gözüyle baktıran bu anlayıştır. e mi salak, senin yazdığın dergiden, kitaptan, matbaadan en çok icadı yapılmış yer batı iken, sen batıya küfredersen, orayı felaket yuvası olarak gösterirsen, düşmana hep oradaymış gibi görürsen, kendi cehaletinden nasıl kurtulacaksın.
bugünün körpe, toy, ahmak siyasal islamcı toplulukları yanlışı yaptıkları yere geri döndüklerinde zamanları pek kalmamış olacak. aynı şeye atatürkü kullananlar da, milliyetçiliği kullananlar da bilmeli. bizden olmayan düşmandır tavrı iğrenç ötesi bir yaklaşımdır.
o yüzden kendim de düşmüş olmamla beraber bu yanlışa, kıyas bakımından bir sahabiyle, zamanın insanları arasında rivayete dönük kıyaslar yapılmamalıdır.
siz onun zikir sesini duysaydınız, anlardınız peygamberinizle yaşayıp, sahabi olmayı. çünkü o bile Gavsı azamı anlatırken, derece bakımından sahabe içerisinde ne durumunda olduğunu açıklar. Peygamber Efendimizle aynı zamanda yaşamış, hayatını islamı yaymakla geçirmiş tek sahabiye laf etmek de saygısızlık olduğu gibi, islam dışıdır.
islam tarihinde 'la ilahe illallah' lafzını açıklayacak bir kitap ortaya çıkaramazsın. sefil dedikleri mübarek zat, on dört kitabında da bu izahı yaptı. kana kana suyu içenler onu anladı.
bazı dönemler, 60,61,61,72,74,80,93,2001 gibi tarihler bilinir ki aslında hep tohumdur. aslında hala planları devrede olanların yeni planlar kurmaya çalıştığı 2020'lere yaklaşıyoruz.
türkiyenin karanlık dönemi menderesin asılmasıyla başlamadı. karanlık dönem yabancı kaynaklı paraların gelmesiyle -o da ellili yılların sonu oluyor- başladı.
bir isim var ki, islami çevre de bu isim üzerinden çok kasetler dolduruldu. mitinglerde adı anıldı ama sonra adı unutuldu. eski bir günah olarak kaldı elbette.
1980 lerin siyasi çekirdeğindeki gençlerin birbirleriyle olan mücadele de çok manidadır. yok yeni doğu, eski batı, nfk söylemleri yalnızca bayat edebiyatlardı. sözle değil, eylemle olacağını bilen bu akıllı gençler, arkadaşlarının cinayete gitmesine de zamanında ses çıkarmadılar.
o öldüğü zaman yanımda kenan vardı. ağlıyordu. yalnız az çektirmemiş gençliğinde karşıt görüşündeki insanlara. ben yine de sarhoşun dediklerini unutmuyorum. üç saat bana türkiye tarihini anlattı da efendi, en son kafa leyla iken, beni asker sanıp, korka korka gitti. her yeşil tişört, yds bot giyen asker olsa iyiydi peki.
bugün bir rica dolayısıyla tunik satan bir sitede biraz araştırma yapmak durumunda kaldım. alt altta maşallah adnan hoca kedicikleri gibi boyalı tasarımcı tesettürlü hanımlarımız sıralanmış. hani ona tıklıyorsun da, tunikleri, abiyeleri filan geliyor.
e, sonra da bakıyorlar. baktırıyorsunuz. velakin duvara bile bir süre sonra bakmaktan sıkılırsın. ağzı açılır, bir yeri açılır, sonra da öyledir şöyledir. ayıp be.
Ancak Allah kalpleri ve geleceği bilir. Hakikat şu anda tek çıkış kapısı herkesi oraya davet edemem, hakikat ağırdır, kendimle kalıp, bunun üstesinden gelebilirsem iyi olacağım diye düşündüm.
Ben hiç değişmedim ama. Arada büyük arızalar çıktı. Keyfiyetten ötürü günaha bile girdiğimde, içim içimi kemirdi. Sonra bir daha çıkamadım düze. Kimse anlamadı.
Herkes yolunu bulma peşinde koştururken, ben hayretlik durumuma pes dedim. Ne zaman diye sordum. Birkaç yıl dediler belki ya da belli değil gibi cevaplar geldi.
Sen benim için ilksin. İkinci değilsin. Ya da dördüncü. İlk ve son. Rab böyle yazmıştı. Yine de aklın saf merhameti hep seninle biliyorum. Benim için de dua et.
canım desem, canım benim, bugün yüzündeki ifadeyi nasıl unuturum? Sen benim rengimsin. Hayallerimdeki o çiçekli bahçede koşuyorsun hala. Senin sevginden şımarmaya başladığım için sana içimi dökemiyorum ama gözlerin niye mahzun baktı bugün bana öyle?
Yanımda olsan, sözümü dinlesen, kurtulsan sen de maddi karanlıktan. Senin düşüncelerinin yine de nasıl naif ve sevecen olduğunu ben bilirim. Rabbim seni korusun.
Bu fikirsiz, emre ait, durmadan soysuzlaşan yerden bir gün kurtuluşa erdiğimde, burada öğrendiklerim ve düşündüklerim beni doğruluk kalesine götürecek.
Hutbeler ve vaazlar bile mesaj verme yolunda. Kuru siyer bilgisi ağızda. Dualar kereste halinde, ha yaptım ha yaparım havasında. Bu cami değil miydi benim çocukluğunu neşelendiren? İnsanlardan sıkılıp sığındığım.. Etrafındaki ağaçlı yola cennet dediğim.. Nerede hadiseye vasıf olan imanlı erler? Nerede gözyaşlarıyla şehrin sokaklarını temizleyenler?
Bugün sabahın sekizinde bana aklı sıra akıl veren kadının haleti ruhiyesine yolculuk yaptım. Bana aklı sıra akıl veriyordu. İyiliğimi düşünüyordu, bu konuda bir şey diyemem, ayrıca onu sinir ettiğim anlar da çok. Neyse, kadın kendime bakmamı, hala genç olduğumdan bahsediyordu. Eve gidip, uyumayı hayal ederken, kadının söyledikleri ninni gibi geldi. Ancak yaşlandıkça zayıfladığını ve çirkinleştiğini ona söylemedim. Poğaçayı tatlı tatlı yemesine bakıp gittim.
Yahu bu kadar mı rezil bir ülke haline geldik? Haysiyetsizler topluluğu. Hakkın içine ettiniz de, hala konuşuyorsunuz ama Hak sizi mahvedince kurtuluşa bir daha eremeyeceksiniz.
oyun şifrelerini halka gösterip, milyonlarca insanın beynini yıkayabilecek bir medya anlayışı var. biz o şifreleri, intetner cafede görev tamamlamak için yazıverirdik. demek ufaktan varmış bizde bir şeyler.
iyi gibi görünmeye çalışmakta rol yapmak olmuyor mu? iyi biri, zaten iyidir mi diyeceğiz, belki ama geneline bakarsak insanlığın, kendisine yapılan kötülüklerden dolayı iyiliği pek de sevecenlikle karşıladıklarına da rast gelemeyiz.
günah tokadı vardır ama yakışıklı tokatlardan biri de şefkat tokadıdır. yediğim ilk şefkat tokadı bana on üç yaşında milliyetçi idealizminden, kokuşmuş fikirsizliğinden uzaklaşmamı sağlamıştı. çok şükür!
üç günde, on yedi can daha vermişiz. ailelere ateş düşerken, biz insanlık bize uğramayana kadar bu acıdan kendimizi uzak tutuyoruz. güvendeyiz. çok güvenli.
insan yalnızca Allah'a imanı miktarınca güvendedir. ( havf bakımından)
insanların her biri suçlu olmadan, demokrasi gelmez!
(katılmazlar biliyorum fakat katılıp katılmamaları önemli değil ama sağcı kesimin, muhafazakar kesimin dinsiz dedikleri adamlar gibi (şu an yirmi tane sayabilirim hemen) objektif konuşan, gerçeği savunan kaç fikirdaşı var? gözlerini doyura doyura, makale köşelerinde, haksız makamlarda egoist varlıkların, narsistlerin hangi hakikati savunacağını bekleyebiliriz ki!)
şarkının sanat olabilmesi için ya da şarkı söyleyenin sanatçı olabilmesi için hangi merhalelerden geçmesi gerekiyor? siyasi fikrini söyleyip, bu yönüyle sanatının yönünü değiştiren, bir nevi dümen kıran insanların sanata nasıl uzak olduklarını görebiliyoruz. sanat mı insanın yaşamını imar eder, insanın yaşamı mı sanatı icra eder, bu kavuşması gereken iki çıkmaz ama sanatçıyım demek, bunu özellikle belirtmek boşboğazlık değil mi?
biten her kitap sonrası kederleniyorum. aslında bu vakitler ikindi sonrası günün en verimli zamanları. insanın zihni açık oluyor. düşünürken, tıpkı libres penseurs gibi, Zamana yayıyorum kendi benliğimi. ayrıca yazacak çok şey olduğunu bilsem bile, 'dur' diyorum, 'bekle' ya da 'sabret.' olgunlaşsın meyve.
Günlerdir dua edin, küfretmeyin diyen adama manalı bir iftira atmışlar. Dün geceden beri iftira ortalıkta dolaşıyor. Açıkçası bu yığının sesi, gürültüsünü susturacak bir dünya bulamıyorum. Sırf bu yüzden, zerre miktar yapılan yanlıştan dolayı insanın karşılıksız koyulmayacağını düşündüğüm bir diğer dünya fikri ne kadar gerekli, anlaşılıyor.
Ve anlaşılması güç olan şu; en ufak menfaati bulunmayan bana ' düşünemiyorsun ' ifadesi rahatlıkla kullanılıyor. Ahmak, uyuyamıyorum bile adamakıllı, her gün aynı şeyleri düşünüp, çözüm için kafa yoruyorum. Bari düşünmüyorsun deme bana, küfret, istediğini söyle ama düşünce konusunda sus bari.
biz şöyle öylesine oturup çay içerken bile, birileri istihbarat üzerine bilgi alıyor. bu alanlar pro çalışanlar. devlet istihbaratı ise ciddi mana da etkisi çok azaldı. (ama ikinci perde de gerçek bilgiler bekletiliyor)
Çocukluğumda ahır olarak kullanılmış bir camide namaz kılardım. Zamanında devlet tarafından bakımsız bırakılmış Osmanlı camisiydi. Yaklaşık 600 senelik. Oradaki uhuvveti, huşuyu şimdiki cami cemaati arasında bir gram alamıyorum. Zorluklar insanı biler, keyif verir ona.
İbadette bulunmak varken, o zaman küfretmek, faydasız işlerle, muhabbetlerle vakit de öldürmemek lazım.
Rabbim doğru yola iletsin inananları. Dua değil mi? Çok da güzel dua. Şu an peygamber mesleği yapacak bir irşad insanı gören varsa ortalıkta, bana da söylese.
Eğer nemelazımcılık artarsa bir toplulukta, iman hakikatları paçavra gibi dağılırsa, gelecek olan musibet herkesi vurur.
Doğruluk zincir gibi dağıldığı an parçalarını aramaya arzu duydurur insanın kendisine ve peşinden koşarsın parçaların. Tamamlandığı an zincir rahatlarsın. Doğruluk efendim, insana asıl keyfi yaşatandır. Gizli saklı olanlar, gerçekte olup da yaşanmamış gibi ardında bırakılanlar efendim, insana keder bağışlar. Siz ki doğruluk için kendinizi bile öldürme andı içmişken, efendim yalan söylemek zorunda kalacak gibi olsa da, ben de size doğruyu söyleyeceğim.
Bir kadın bir adamdan niye çekinir biliyor musun? Niye? Korkar. Nasıl yani? Korkar ki, uzun sürmeyecek sevgisi, bırakacak onu, ona daima köle olamayacak. Köle mi? Evet, köle. Çok absürt bir şey, kadınları köle gören anlayış hiç değişmiyor. Sevgi esaret değil midir? Mutluluk varsa o sevgide peki? Mutluluk da esaret değil midir? Anlayamıyorum. Anlayamadığın için yalnız kalmaya mecbursun. Hayır, seviyorum ben birini. İşte, o yüzden yalnızsın. Anlamanı umardım. Çok karışık anlatıyorsun.
İnanabiliyor musun her şeyin iyi olacağına? Böyle bir beklentim hiç olmadı. Neden böyle düşünüyorsun? Düşünmüyorum, biliyorum. Bu kadar umutsuzluk neden ama? Umutlu ya da umutsuz değilim, bir şey düşünmüyorum da. Hala iyi bir şeyler neden olmasın? Olabilir, beni ilgilendirmiyor. Seni ne ilgilendiriyor ki? Yaşıyorum, yaşamaya yönelik bir ilgim var, o kadar. Yani korkuyorsun ölümden anladığım kadarıyla. Korkmak değil, yaşamaya devam etmenin ölüme yorumlanmaması gerek. Anlamıyorum seni. Buna mecbur değilsin zaten.
De ki: "Herkes gözetlemektedir; siz de gözleyip durun. Sonunda, dümdüz (dosdoğru) yolun sahipleri kimlermiş ve doğru yola ulaşan kimlermiş, pek yakında öğreneceksiniz." (Taha Suresi, 135)
Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır. (Bakara Suresi, 214)
En yakınsandığım dediğin dost, fikir olarak seninle ortak olur. Camus'un fikri çok, zinası bol Avrupası'na değil elbette özenti ama en azından fikir telakkisi olabilse.
Aslında sabah ki genç adamla yaptığım sohbet gibi, iki saatte Türkiye tarihini konuşabiliyorum velakin sorun bende. İnsanların içine çıkmak istemiyorum.
Kamışlı'daki masum insanların arasında patlayan bombalar gibi, paramparça olmuş bir din ümmeti (!). Münafıklar ve kafirler için ellerini ovuşturma vakti.
iSLAM Allah'ın dinidir. Allah onu kıyamete kadar var edecektir. Ama her kim ki İslam'ı, müslümanlık bu diyerek kullanıyorsa, Allah'ın azabı da kaçınılmaz olacaktır. Peygamber'ini tanımıyor daha bu ümmet (!), şuuru yok, Kuran uzaklarda bir bayrak gibi dalgalanıyor.
tarihte islam dininin bu kadar aşağılandığı bir zaman bilmiyorum. haçlılar, yahudiler her zaman karşı çıksalar da, müslüman olarak geçinen münafıkların islama yaptığını din düşmanları yapmamıştır. bu zaman ki bir asırdır devam etmektedir ama inanıyorum ki, iman hastalığını üzerinden atmış onlar, yüzler bahara koşup, yine insanları doğruya anlatabileceklerdir.
4 yaşındaki çocukla, on yaşındaki çocuğa tecavüz edenleri hadım etsen, cezalandırsan ne? bu zamana kadar sen devlet olarak önüne geçecek eğitim mi verdin?
okumayan, okuduğundan anlamayan, televizyondan duyduklarıyla kültürlü olduğunu sanan cahil bir yığın olmuş ülkede, din dediğin adet gibi, gelenek gibi algılanıyor, irşad edecek donanımlı insanın kalmamış; zaman böyle gider mi?
ey beyinsiz, ey okumuş cahil. epistemolojik olarak acayip bir cazibeliği olan söylemi hemencecik yutuyorsun, bu köhnemiş, empozeye karşı mukavemetin ne kadar da çocukça!
olduğun yer de bile kalmaya layık değilsin. seninle aynı şeyleri okumuş olup, senin bu halini görmekten ben utanıyorum.
şu an ekranlarda gördüğüm bazı insanların bizzat kamuda işe alımlarda önemli referanslar olduklarını biliyorum. sanırım hak edenlerin, hak ettiği gibi bir yer de olmalarını sağlamayan her sistem bir gün çökmeye mecburdur. bunun a'cısı,' b'cisi,' c'si olmaz. hak yer de geçerlidir.
düşünsene Or., herkes bize gülüyor be ama herkes. biz kendi tragedyamızda figuranız. aptal birer figuran. şu akıl dolu olduğunu düşündüğümüz sözlerimizin köpek havlamalarından değerli olduğunu sanmıyorum.
Bana bu yalnızlığım bir kez daha insanlara takılıp kalmamayı öğretti. Her seferinde aynı şeyi söyledim, ne olur insanlara takılıp kalmayın. Siz yalnızca Allah'a güvenin.
siz İsrail'i Mescidi Aksa'yı işgal eden bir mit olarak kabul ediyor olabilirsiniz belki ama İsrail, asıl olarak Yahudi beyni hiçbir zaman tek çalışmaz. sevmediği bir insanı bile iki türlü, hatta, üç, dört türlü bakış açılarıyla değerlendirir.
ben yeri geldi mi iyi bir insan olunca peygamberi görebileceğini düşünen insanlardan biriyim. O'nu görüp, onunla iki kelam edebilmek rüyada bile olsa dünyanın zevklerinden daha evla gibi geliyor. dünya zevklerine baktığımda, artık gerçekten inanıyorum bir zevk varsa, on kahır var. nasıl bir denge kurulabilir bu yükler içerisinde..
okumuş insanların, kitap okumuş insanların hala kişi bazlı sevecenlik yapması karşısında, senin hakikatin nedir arkadaşım diye sorasım geliyor. sonra hatırlıyorum ki, o insanın zaten yıllar yılı hakikat diye bir amacı olmamış. tek amacı deliler gibi okumak olmuş. okuduklarının onu cahil yığınından ayırdığı da görülememiş.
işte o felfese, yani felsefe, dinden seni uzaklaştırdığı noktada imanına bakarsın. sen eğer Allah'a inanmak istemiyorsan, felsefeyi bahane etmene de gerek yok.
bana o okların manalarını küfür gibi anlatanlar, şimdi küfür işliyor. ben çocuk aklımla o oklara karşı kin beslediğimi iyi hatırlıyorum ama dünya edebiyatından, daha doğrusu felfesesinden az buçuk okuyan herkes fikir özgürlüğünün ne ala bir şey olduğunu pekala bilir.
bahane: eğer gerçekten iyileşip, haftalardır kurutmalık da bekleyen üst üste yığılmış çamaşırları da kaldırıp, dolaba yerleştirebilseydim, bir şeyler yazmayı planlıyordum. sonra o yazdıklarımı kaldıracaktım. bir gün gelecek bana inanan insanlara okutacaktım. ama izin verilmedi.
hayır, hiçbir şey anlatmayacağım insanlara. benim Allah'ım var ve o doğru olanı seviyor. insanlar yalanlarla gittiklerinde, karşılığında nasıl bir muamele göreceklerini de bilmiyorlar.
gece, geçen gece neye ağladığımı düşünüp buldum. ikindiye doğru rüyamda sabah okuduğum kitabı tekrarlıyordum. aslında ilim ve fikir özgürlüğünü en çok talep edenlerin de kim olduğunu anladım. hepsi iç içe, karmakarışıktı ama ben ağladım.
iki yanında iki arkadaşıyla yüzündeki tebessümü yakaladığım adam ağlamıyordu ama ben ağladım.
tebessüm etmeye devam edin. siz tebessüm ettikçe güzel olacak inşallah dünya.
suladığım ağacın iki gün sonra ikinci bir dalında çiçek açtığını görünce garip bir mutluluk içimi sardı. ilk açan çiçeğinin kokusu başımı çoktan döndürmüşken, ikinci çiçeğin de açtığını görmekle, olacak dedim, bir gün olacak. bugün olmasa da yarın, anlayacaklar.
ateşe tapanla da, hristiyanla da aynı ortamda bulundum. hatta günlerce kaldığım da oldu ama hiç bir çekincem olmadı. fakat sizden çekiniyorum. çünkü ortak paydalarımız konusunda bile konuşamaz haldeyiz.
O güne kadar yine de hak olanı savunacağım. Muhakkak Allah vaadinden dönmedi, dönmez. İslam alemde baharda açan çiçekler gibi yeşerecek ama böyle değil.
umay umay nicedir edebiyatla ilgisini dergilerde de sürdüyor. bu akşam marketin tekinde dergide yazdığı şiire baktım az. kapağında tüm şairlerin de ismi vardı. çoğu genç sayılabilecek şairler. şiir cidden garip bir eylem türü gibi bence de. nasıl desem, padişahın beslediği şair sınıfından tut da, beslemediği, padişahı hicveden şairlere kadar, bir eylem dahilinde şiir yazıp durmuşlar. yani kalkıp İran'ı seviyor musun dediğinde, İran halkının asırladır alıp veremediği hem dini hem siyasal (ikisi de aynı yolda gidiyor) farklılığı var bizimle. iranı, edebiyatıyla, şiiriyle, şehirleriyle insan sevebiliyor tabi. ama gariban, her yer de gariban. şiir öyle kurtarıcı meselelerine de pek yakışmıyor ayrıca. şiir öyle kurtarmaz topyekun insanları, ancak acılarına merhem gibi sürülür.
soruyor, diyor ne yapalım bu zamanda, kafam çok karışık, ülkede çok şey oldu, ne yapalım diyor. normal zamanda da kitap okumayan bir insan bunu soran. kitap oku desem, küfretmiş gibi olurum. o yüzden bir şey diyemiyorum.
İşte varlığım, kötülüklerle dolu. Her türlü kir içime akıyor. Zihnim putlara tapan bir hayalet. Karanlığa teslim ediyorum güneşi. Bana ait olan yer kötülüğüm. Nefret ediyorum benim gibi düşünmeyenden. Nefret ediyorum benim sahip olamadığımdan. Dinime bile menfaatle yaklaşıyorum. Cenneti vermese Allah'ı bile tanımam. Kötüyüm ben, kötülük benim mayam.
Can güvenliği eğer tüm bildiklerinin ve de değerlerinin üstündeyse, sen korkağın tekisin demektir. Korkakların cenneti arzulaması da insanlık komedisidir.
Bunu 'ama ölüm arzulanır mı' sorusuyla ilişkilendirenler de çıkmaz. Oysa dünya hayatına ait haza ait başarısızlıklarında bile ölmeyi düşünen biri, sırf kendi arzusu var olsun, kendi istediği hep gözü önünde olsun diye en değer verdiği soyut kavramlardan da vazgeçer ya da kendi menfaati adına kullanır.
2300 yıl önce parrhesia'yı ikili önermelerle tartışan Yunan bilgeleri vardı. Günümüze kadar pek çok medeniyet var oldu ve yıkıldı. Vatanlar var oldu, sonra yıkıldı- ta ki yeni birisine kadar. Ancak özde medeniyeti koruyan ve hala aynı topraklarda var olan Yunanlara komşu olmanın, bir tür eski toprakları üzerinde yaşamanın ayrı bir heyecanı var. Bin yıla yakındır bu topraklar içine karışan hem Türk hem de Ermeni/Rum birlikteliği ayrı bir zenginlik dahi olmuştur ama Yunanların, özellikle Atina halkının kendi demokrasi ve muhafazakar aristokrat cephelerinin logos üzerinden ayrışmalarının üzerinde pek düşünebilmiş değiliz. Varsa yoksa özgürlük üzerinden homoseksüel ilişkileri, eğlenceleri eleştirmeyi seviyoruz. Bunu kendi bilgeleri yapmıştır. Agamemnon'un savaştan dönüşte eşinin zina yaptığını görmesi ve olay dahilinde öldürülmesi yıllarca Yunanlarca da eleştirilmiştir, konumuz bu değil. Hatta demokrasi liderliği yürütmüş Kleophon'nun erkek ilişkilerinde edilgen olması üzerinden olumsuzlaştırılması da vardır, bunlar bize arzularımız üzerinden tutsaklık-bir tür savunma mekanizması kurmamızda fayda sağlar ama aslolan fikir nüvesini eleştirisel bazda ayakta tutan Atina ortamıdır.
O zamandan bu zamana belki insanlar daha iyi olur, Dostoyevski'nin de dediği gibi dünyayı güzellik kurtarır diye düşünüyoruz ama maalesef dünya hayatı bumeranga benziyor. Başladığı yere dönünceye kadar mı yoksa iyice insanlar azınca mı dünyanın sonu gelir? İşte bu sorun için bile bu -soru da olabilir sadece - daha erken mi diye düşünmüyor da değilim.
Edebiyatla ilgilenen biri gerçek bir logos kıvamında işler yapabilme sınırına yaklaşmışsa, bilir ki senaryo asla tek bir parça değildir. Senaryo içinde pek çok irili ufaklı senaryolar yazılır. Küresel çapta dünya hakimiyetleri de böyle yürür. Muhalifler bile kendi aralarında tek bir senaryoyu değil, birkaç senaryoyu birden inanma mecburiyetinde kalır.
An itibariyle Spinoza dehasının okuma sürecine girelim.
Yapabileceğin bir şey kalmaz, vahşet sapkın insanlar eliyle yine insanlar vasıtasıyla yürütülür.
zavallı Komünizmi ve aşağılanası faşizm kapitalizmin oyuncaklarıdır. yalnız hakikat komunizm içerisinde olduğundan, defalarca sorgulanır. hiçbir faşişst sorgulamaz. kapitaliz nemalanır ama zavallı komünist günah keçisi olur.
kendini akıllı görmek küstahlıkır, böyle bir şey değil anlatmak istediğim ama aşırı havaya girip, aklına hemen ölümü/ öldürmeyi getiren dostlarımdan, akrabalarımdan tekrar tiksindim.
Sıffin savaşında, fitnesinde ortam nasılsa ve ortadoğululuk şimdilerde olduğu gibi, bu düzen değişmemiştir. itikadi olarak bozulan müslümanların ehli sünnet vel cemaat kıstasından çıkıp, nasıl bir fitne (emevi) içerisine düştüğü tarih içindedir.
Marksist doktrinleri aşağılamaktan vazgeçmek gerekir. Doktrini uygularken ancak yöntemini beğenir ya da ret edersin. Müslümanlar bu doktrinleri kendi menfaatleri doğrultusunda kullanılarak adil özgürlüğüne insanın kısıtlama getirmektedir.
İnsan gibi yaşamak -ekonomik refahı da amaçlar. Camisiz bir şehirde kendi evinin bir odasını mescit yapabilirsin, sana kimse karışmaz. Ancak gösteriş budalası insanlar arasında, adaletten bahsederken kendini azılı burjuva toplumunun esaslı üyesi, Müslüman bir tekelin dişleri altında ezilebilirsin.
Ben bir ben üstü varlık arar. Bu varlık sonsuz olmalıdır. Güneş bile kendi vazifesiyle sorumlu varlıktır. Benin benle alakası, bir üst varlığı akıl ile aramasında saklıdır.
Bu söz bedi tarafından alelade söylenmiş değildir. Manası, ulaşılacak mertebeyle açıklanabilir. Biz yalnızca o mertebeye de, icaza da imrenirken kendimizi görebiliriz. İkaz edilen nokta da, insanla dost olunmaması kısmı değil, insanın insanı üzeceği, yalnız bırakacağıdır. Ancak salt inançta Tanrı hep vardır, olacaktır da. Onsuz hayat zindandır. O zindan ki işkenceleriyle ruh Eyüp'ten beter hale gelir.
Zamanın ilahiyatçıları, zamana göre hareket etmektedirler.
Feylesof ilahiyatçılar güruhu yerini şirki gölgeleyen ilahiyatçılara bırakmışlardır. İki türlü de din dışıdır. Fakat birincisi dini pekiştirme adına kullanılması caizken, ikincisi münafıklığa perde çeker. Şahit olan da, işleyen kadar kati olarak suçludur.
Yalnız bu demek değildir ki günahların affı olmaz. Tövbe hamd boyutuyla müzeyyendir, taçlandırır imanı.
Öbür taraftan günahların tövbesi aşikârdır ki yalnız Allah affedebilir ve dilerse insanı ilk doğduğu gibi tertemiz yapar. Samimiyet ölçüttür.
Hz. Vahşi'nin atının burnundaki toz kadarlık dereceye zamanın alimleri ulaşamaz. Kaldı ki bu örnek Gavs r.a. için verilmiştir. Çünkü saf bir iman ve tereddütsüz inanış vardır.
Tuvaletten çıkışta bile şükretmek gerekir, yalnız yemek yerken değil - ya da bir muvaffak oluşta. Hacet örneği pis görüldüğünden açıklanabilir ki, tuvalete girerken ve çıkarken dualar vardır. Bu sünnetlerde çıkış duasındaki şükürle meseleyi kavrayabiliriz.
Uyku sorunun varsa, uyum sorunun da olur diyorlar. Her haltı uykuya atanların zaten amaçları uyumak. Oysa ben onlardan daha şehvetli uyuyorum. Aç gibi, aç bir kaplan gibi.
Öyle bir şey bilmeli ya da düşünmeliyim ki kendisi değişmeden benim var oluşum ona katılsın, eklensin. Ortaçağ teolojisinde yeniden diriliş doktrini bir nevi. İlkeyi değiştirmeden, soyut da olmadan, karşılık beklemeden model sunan ontolojik bir varlığı düşünmek nasıl iyi olur ya da nasıl kötü olabilir- iyi düşünmek gerekir.
zamanında bir yere gelene kadar kimliğini sakladın. sonra bir yere gelince -para sahibi olunca- eleştirmeye başladın. sana ne demek gerekir bilmiyorum.
Bu ayrıca karşı cinslerin sevgili eşiğine dair fikirler verebilir bize.
İki insan birbirinden etkilenmek için önce birbirinin fiziksel özelliklerini sevmesi gerekir. Bilinç yanlış yönlendirilmişse, çiftlerden her biri çocukluğundan beri anne-baba figürünü eşlerinde ararlar. İlk başlarda seksi gelen bir erkek ya da kadın zamanla zihindeki figür ile beraber çocuklarla olan ilişkilerindeki anne ve baba olma halinden ötürü baskın seks idesini yitirir.
En başta libido sekse aitken, artık hormonların akışına tonuyla yön veren anne baba olma hali verir. Evli çiftler bu hataya çokça düşerler. Karşısındaki anne veya baba olma halini çocuklara yönelik uygularken, çiftlerin seksapel özellikleri alışkanlık haline gelen görüntüler olur. O ilk görüşmede, tanışmada kadının göğüslerini merak eden adam, kadın banyodan yarı çıplak çıktığında etkilenmediğini fark eder.
Bu dönüşüm en ciddi anlamda yanlış düşünmenin nasıl olduğunu bize gösterir.
Kafka'nın dönüşüm kitabı empati sanatının zirvesidir. Bu zirve de ne olmak istediğini hesaplayamazsın. Hayal bile edemezsin. İstenmeyen biri olmak nedir düşünebilirsin yalnızca.
Felaket nedir? Ölmek mi? Hayır, iyi bir insan olma vasfını günden güne kaybetmek. Hiçbir yapmadığın zaman da nötr biri olmazsın. İyilik elinden geldiği halde kötülüğe izin verirsin.
Mezara birini indirirken, anılar o an duygu patlaması sonucunda bir tür sessizliğe iter insanı. Gözyaşı vücudun hararetini alır. Ruh aslında kendi bedeninden ne kadar sıkılmış olduğuna ölü bedeniyle kavrar.
Kaz tüyü tarzı yastıkların modernize olmuş genç nesil adetleri olarak görebiliriz. Kişisel olarak özgürlükten bahsetmenin anında, aslına bakılırsa yastık öz olarak yoktur, kişisel rahatlığın eseridir. Yün ısınmak için mağara insanın hammaddesidir ama yastık için değil.
Elyaf popüler bir girişimdir. Yün öz kültürü yansıtmakla beraber, doğadandır. Yapay değildir. Kötü de koksa, zor da olsa yıkanması bir tür doğallığı, samimiyeti vardır.
yaşamak, benzeşmektir. benzediğin, benzediğini düşündüğün insanların yanında kendini daha rahat ifade edebilirsin. bu yüzden yalnızlığı küçümsemek gerekiyor. seninle benzeşebilen yagane varlık kendindir ama bu her babayiğidin yapabileceği, altından kalkabileceği bir mesele de değildir. yalnızlığın üstesinden gelen benzeşme, kitaplarla olan benzeşmenin yolunu açar.
Sartre'yi gnosis yönüyle kıskanmıyorum. otobiyografisinde bazı ipuçları veriyor. yola oradan devam edilebilir. ben onun simone de beauvoir'usunu kıskanıyorum. asil, hiç elinden bırakmayan yoldaşını.
yinelemiyorum, itiraf da değil ya da kavga sebebi: parayla b.o.k. bile var edemezsin. o *ok ki, seni ölmekten koruyor. hani o toprağın içerisinde etçil böceklerin arasında acı çekmeden.
bir insanı kimliği üzerinden kıramazsın. incitemezsin. savaş zamanı olmuş bitmiş meseleyi devamlı ortaya çıkarmak değil bu söylemler. bunların ki, kendi müslüman toplumu içerisinde bozukluğu görmeden, hoşlanmadığı her insan bir kulp takma hali. ülkenin başındaki insan bile 'ermeni'yi hakaret olarak algılıyorken, aile büyüklerinin bu algı dengesizliğini pek önemsememek gerek.
hala 'kızılbaş onlar, gavur onlar, onlar ermeni' diyen aile büyüklerimden nefret ediyorum. aramızsa sadece ailevi bir bağ var. kan var. o kan harici hiçbir şey yok, olmamalı. onların kokuşmuş, çürümekten de beter hale gelmiş düşüncelerinin var ettiği ülkede olmaktan da nefret ediyorum. işte benim en büyük nefretim: insanı insana kırdıran insanlar.
insanın şeytan hali nasıl olur diye soruyorlar. işte sorun burada. göz var ama görmeyi bir türlü başaramıyor. zihin terk, akıl gnosis tefsirinde praxis hareketinde bile taklitçi. fiziksel koordinatlar olmasa, yaşayamaz belki de.
kendi kendine kudurmak, öztürkçesi; içinin içini yemesi hali eşik noktasıyla değil muhatap ile aydınlatabılabilir. bu nesnelliğin içselleştirilmesi olarak gözükse de, özne ortaya çıktığından, fark edilmeyen özne türdeşinin söylemini gizlese de, nesnel bir içselleştirmeden burada bahsedilemez.
hayranlık beslediğin birinin en ufak hatasıyla hayran olduğun insan gözünden düşebiliyorsa, hayranlığın altında yatan asıl düşünce irdelenmelidir. yani, aslında hayran olunanın yerinde olma hali/ hayali.
Mesele asalak bir salyangoz gibi heyecansız kalmış olmam ama sırtı deşilmiş, topallayarak acıyla karşıya geçen kedi hala beni sarsabiliyor. Üzülmek de yaşamak için geçerli tek sebep olabilir.
Aradan geçen yirmi dört saat ve kitabın sonunda, beş yüz sayfalık macerada senin fikrinle özdeşleşiyor ama yine de eski heyecanın olmuyor eskisi gibi.
Aşırıcı bireyciliği Jack kendi kendine öldürmüş olabilir ama dünya şu an o bireycilikle hasta oluyor. Onca parti, kulüp, mekan, sonra başka taraftan onca oluşum, iddia ve fikir işçiliği ve yine onca dağınıklığıyla din alemi tek başına da yaşayamayan insanlarla dolup taşıyor.
güzel sözler söylemek de nefsi güzel şeylerden bahsetmek de güzel olduğuna dair ne varsa sanırım güzeli bu kadar tabulaştıran da yine aynı nefsi şeyler.
huri, şarap, hep rahatlık, inanılmaz arzu eğilimi hayali bulundurmakta zorlanıyorum. bu hediyeler için taat olmaz. hediyeler olmasa da ibadet olmalı. ibadet yoksa zaten bir cezanın da olması şart. asıl o da uzak tutucu değil. yanmak dünyanın en felaket acılarından, hissedilebilir olanıyla ama daha da fenası seni yaratanın sana hoş bakmaması. aslında bu işte tek önemli olan. O'nun yanında, kendini suçlu hissetmemek. tabi olmayacak bir talep bu, yine de düşününce, hani mutlu bir halde O'na bakmak nasıl güzeldir kimbilir...
tencerede aslında güzel bir hediye. yok diyorsa biri özellikle. ancak benim gibi takıntılı biri bu görevi üzerine almamalı. parası neyse verir, alsınlar dersin ama hayır, internette iki saatten fazladır seramik tencereleri inceliyorum. tefal, schaffer, korkmaz, emsan, cem, acar... bir sürü marka model var. tefal son tercihken, moneta belası çıktı karşıma. hepsinden hem pahalı hem de garip bir şüphe uyandırmıyor değil. neyse bakalım, istedik gelecek, o zaman göreceğiz sonucu. hediye nasıl olsa.
lakhdar diyordu ki derdimi kiminle paylaşayım. canı çok sıkıldığında, çocukluğunda onda yer etmiş ama var olduğunan inandığı Allah'a dua etmek, içini dökmek için namaz kılıyor, dua ediyordu.
şimdi kime konuşasın? konuşsan suç diyorlar, sussan için rahat değil.
Sabah daha hafif karanlıkken sahilde olacaksın. Dizlerine kadar denizde olacaksın. Yürüyeceksin yosunlar sana izin verebildiği müddetçe. Sonra güneş doğmuş olacak bulutlar arasında. Hafif bir ısınma hissedeceksin sekize doğru.
Eve vardığında gözlerin kapanacak usul usul Sen kapanacaksın kendine Kendini bir sen var etme çaban kapanacak
İspanya'yı futbolla ayakta tutmaya çalışıyorlar. Turizme sebep bile futbol. Ama gün gelir de futbol da yitirince o eski şaşalı günlerini, İspanya ciddi bir krize girecek.
Bizi ayakta tutan belki de birkaç halis duadır. Bu kadar yolsuzluk, rant.. Daha ne olsun..
ya tamam, harvesting bir makineyle kinetik enerji de üretirsin, hatta ondan elektrik enerjisine bile dönüşüm yapabilirsin, sorun değil ama sinmiyor içime. bu kadar çok enerji, sinmiyor. akımlar sinmiyor. bundan dolayı ben hayatta 8-0 mağlup yaşıyorum.
Ne yalan söyleyeyim, eskiden açık seçik her otuz yaş üstü bayanı kültürlü zannediyordum. Çevrede tesettürlü olanlar okumamış, cahil duruyordu. Sonra zamanla bu aptalca fikrin komikliğine güldüm. Çocuktum böyle düşünürken, çocukluğuma verdim. Ama mevzu ve örnek aynı parametreler olmasa da, nice profesör farklı cihette nasıl acı yanlışlara düşüyor ki, bu komik değil acınası oluyor.
Türkiye dünyada kitap okuyanların oranını belirten liste de 11. sıradaymış. Bugün öğrendiğim postmodern bir küfür bence.
Yayınevlerinin bastıkları kitaplar beş yüz milyonu buluyormuş ve satış da artıyormuş. Marifeti kitap okuma sayısının artışında bulunan tamamen ticari yorumdan ötesi olmamakla beraber, bu kadar pisliği yaşayıp, adaletsizliğin arttığı bir yer de nasıl bir medeniyet umuyoruz?
Umutsuzluk değil bu ama gerçekler acı maalesef. Acıtıyor.
depremle uykudan uyanmak da garip. gözleri insanın hemen lambaya bakası geliyor. duyun o plastik boru kısmı çok uzun olmadığı için sallanıp sallanmadığını ilk başta anlayamıyor insan. 4.4. Yalova açıkları. kandilli rasathanesi de her şeyi açıklıyor.
bir zaman çok severek dini şeyler dinlediğimiz adamların karaktersiz hallerini görmek hem ders mahiyetinde hem de acı. kardeşim, felaketin tam ortasından giriyorsun, yapma desen de , o kendini haklı gösterir.
e, tabi, evinden porno cd bulundurmak suç sayılan bir ülkeyiz. bu da iki yıl olmadı, koca anayasa profları karar vermişti. adalet tamamen uygulandığı için böyle bir şey yapılmış havası alsaydık az keşke.
kuş seslerinden uyuyamıyorum dedi kadın. nasıl dedim, doğal ses, araba sesi değil, bir başka ses değil, kuş sesi dedim. evet dedi, alışınca güzel gibi olur.
artık ülke hakkında konuşmak bile istemiyorum. rezil, *oka batmış, çürümüş, kokuşmuş, kitapsız bir topluluk içerisinde gülden bahsetmek, gülü anlatmak, mis kokulu bahçelerin hayalini kurmak da neyin nesi? biz, birbirimize sövmüşüz, birbirimize küsmüşüz. düşmana ne hacet.
herkes gençlik filan der ama benim çocukluğumun en samimi babalarındandı Orhan G. onun şarkıylarıyla sınıfın en güzel kızına aşık olup, onun hiç haber olmadan şiirler yazdım. sonra zaman geçtikçe, onun sesi arada bir hatırlanası sahici bir dost ses gibi var olmaya devam etti. mutfaktayken 'anlatamam ki', 'bir görüşte aşık oldum', 'vazgeç gönlüm' şarkılarıyla yüreğimi rahatlatmaya çalıştım.
yine şarkılarını söylerim, söyleyeceğim elbet ama yaşarken olmadık bir finishe doğru giriş yaptı orhan babamız. homoseksüellerin dönme olayından, daha sızlatan bir yara oldu. hikayesinde aslında neler yoktu ki..
Şansızlık denebilir ya da daha iyi yönüyle tevafuk. Belediyenin müzik durağı diyerek koyduğu yerin tam karşısında bir mekanda oturmak da acayip. çalan çocuk hep sana bakıyor gibi. cepte sahur için ekmek parası.
gesi bağlarını söylüyor şimdi de, insanın içini yakıyor tez sesiyle
Bazı insanlar cemaat ile kalplerindeki imanı korurlar. İnsanlar yalnız başına kaldığında, cemden def olunca belâyla tanışırlar. Cem olunurken gelen bela alt edilse de, yalnızken insan dayanamaz.
Soyu Peygamber Efendimize de ulaşsa, ırk olarak Kürt olan bir din aliminin muceddid olarak gelip de, adı Türkiye olan bir cumhuriyette imanı anlatması ilahi bir derstir.
'ırkçılığı bırakın. ırklarınız sizin üstünlüğünüz olamaz. iman hizmeti gösterin. belaya karşı Eyüp gibi sabredin.'
Ki içimiz dışımıza çevrilse, Hz. Eyüp'ten bin kat daha beter olduğumuz belli değil midir?
Bu zamanın en büyük hastalığı bir asırdır hiç değişmeden imansızlıktır. Ben Kuranı okudum, orada böyle bir şey yazmıyor diyen zihniyete, hakikatlerden sözler, lemalar, şualar, mektuplar, lahikalar da sunsan, inat eder, içine şeytan korku salar. Kendi hayatının hassas taşlarını kaybediyorum zanneder.
Şehirlerin maneviyatı olduğuna şahit olunca , şehirlerin de bir ruhu olabileceğine insan inanıyor. Bikinisinin etek kısmını yıkayan bir bayanın olduğu şehirle, kuruyan ağzını tükürüğüyle ıslatıp, iftarı iş yaparak bekleyen kadının ramazanı farklıdır
Fikrin namusu, fikir başarılı olana kadardır. Başarısız her fikir sahibi kendisini asla namusuz olarak düşünmez, objektifliği, bir tür tarafsızlığı namussuzluk sayar.Peki tarafsızlık gerçekten namusuz mu yapar insanı? Fikri savunmanın da objektif olmanın da amaçları bu değeri belirler.
Bir yere gidildiğinde, bu mekanda örneğin masa olsa, etrafındaki sandalyelerde insanlar tek tek otur. Asıl yalnızlık bu değil midir? Yan yana da olsa, karşı karşıya da sandalyeler insanı hep yalnız kılar. Ama oturmak, diz dize vermek, sırt sırta vermek, omuzu başa koymak vs. tarifler yalnızlığı hafifletici sebepler gibi gelir.
Çok sevmek muhatabına şöyle bir izlenil bıraktırır: ' Ben buna layık mıyım?' En anlaşılması güç, çözümü zor olan nokta 'ben buna layık mıyım ' kısmıdır. Peygamberler bu yüzden örnek olmuşlar diyemez miyiz?
Öncelikle tebessüm edenin ruhu güzelleştiğini düşünmeliyiz. Eğer ruh samimi ve de gerekli bir letafeti yaşıyorsa, karşısındaki insana da tıpkı radyoaktif ışınlar gibi görülmeden ulaşır. Göz temasının etkili olması, hatta nazarın bu bakımdan önemli olması da bu etkileşimle alakalıdır
İyi enerji yayan bir insan, o iyiliğin sadaka hükmünü görür. Bu elbette bilinçli ve gerekli zamanlar da daha evla oluyor sanırım
Hep güzel şeyden bahsedebilecek bir insan olamaz. Güzellik yorduğunda, zıddını ister. Zıt olan iki kavramı, nesneyi birbirine bağlar. Bu yüzden su borularında bile su kaçaklığı olmaması adına birbiriyle alakasız borular ve de geçiş contaları, tıpaları kullanılır.
Biri birine ' beni seviyor musun ' diye sorduğunda, ne arzuladığını düşünmeyiz genelde. Sevmek soyut bir katmandır ya da hiç dokunulmayacak, içinden geçildiğinde ' nerede ki o beyazlık' denebilecek bulutlar gibidir. O zaman ne amaçlanır birine 'beni seviyor musun ' denildiğinde? Arzu kendini tatmin edip, yalnız olmadığını mı kanıtlamaktır ? O zaman tekrar yalnız kaldığında suçlu kim olur? Sevmek suçlanır genelde. Sevgi değersiz görülür. Mutsuzluk kıymete biner ama sevgi asla aldatılmayacağını bildiğinden bu saçmalığa izin verir.
Felsefe ile dinin temellerini birbirine katıp karıştıran, hakikati reform yapıyor havasıyla verip, kitapları ciddi bir miktar da satmış artık rahmetli olan Yaşar Nuri gibilerin de inanılmaz mantıksız hataları var. Değil mi martı abla, karga kardeş?
Birisi kızgınlıkla dahi olsa okumana karışıyorsa, onu kızdırmışsındır. Kendi acziyetini,yapmamış olmayı, bulmamış, dayanamıyor oluşuna kulp takar ve sana kızabilir. Bu en yakının olur genel de.
çarşafı an gelir almış olursun. bir güzel yıkandıktan sonra o pis boya kokusu üzerinden çıkar. yatağa bir güzel serersin. amaçsız kaldığını düşünürsün. sonra yeni bir teselliyle düşünürsün. zaten hep düşünürsün. sabahın beşinde azar bile yiyebilirsin. nemden nefes alamazken, 'bir de vantilatör mi alayım' dersin.
hayat hiç değişmez. istekler hiç bitmez. çocuğunun yediği dondurma ona yetmez. anne baba der, bir top daha, biraz daha limonlu, biraz daha karamel. hatta görenler'şirinler dondurmasından, mavi olanından' der.
istekler hiç bitmez. daha geçen yıl aldığın ayakkabı küçülür. sen kendin üç senedir yamalı ayakkabıyla gezerken, çocuğuna son paranla ayakkabı alırsın. hem de en iyisinden.
bir insanın uzun zamandır tek hayali çarşaf almak olabilir mi? sosyete pazarının da gününü kaçırmanın verdiği garip sıkıntıyı da içinde yaşıyorsa bir de ama pazar da gezinmek, adım başı karı kızın olduğu yerde sıkılmamak elde değil. tablada durup, satış yaparken aslında pazar gerçekten de güzel bir yer ama iş alıma geldiğinde, sıkıntı büyük. tüm bu gereksiz aşamalar elbette bir insanın tek hayalinin çarşaf olduğunu gölgelemiyor. çarşaf diyorum, basit bir dokumayla ortaya çıkmız bez parçası. böyle gereksiz bir insanın daha büyük bir ideali elbette olamazdı. bu yüzden gerektiği gibi davrandım kendime. gerektiği gibi vefa gösterdim. gerekenden fazlası asla olmadı. hiç olmayacak da.
oruçluyken meyve bahçelerinde dolaşıyorum. güneş yaksın diyorum tenimi. dağın en berrak kaynak sularıyla ıslanıyorum. içmek yasak. işte sınır, o su ağzından içeri girmeyecek. rüyama da girse diyorum, henüz yeni yeşil oluşundan sıkılıp, al al olmaya yeni evrilen şeftali bahçeleri. ben bir şeftali bahçesinde güneşe inansam, güneşi yaratana inansam, tekrar inansam. inanmaya arzu duysam yeniden ve bu arzuya da inansam.
inanmak, inanmak... dertli sinelerin yegane gayesi kalplerde bir inanmak daha doğurabilir miyiz? izin verilmiş mi, Rab izin vermiş o gönülde imanın yeşermesine. inanmak,ne büyük bir devrim!
şimdi beyninin var ettiği her fikir, bilgiden koparılmış elmalar, sonra vücudun, o çok sevdiğin elin, kolun, gözün, saçın, organların, hepsinin bir anda toprak olduğunu düşün.
ciddi anlamda boş, bomboş ne yapıyorsak, hiçbir faydası olmayacak ebedi rahatsızlığımız için.
yazmakta ne var, hele ki şu zamanda. popüler damgasıyla konu da çok, yaz yazabildiğin kadar. iki saatte on sayfalık bir metin çıkar ama bu ne işe yarar? neye yarıyor? ne için? sorular beynimi emiyor, canavar çok şiddetli ağrılara sebep olurken, 'ne için' diyorum, tekrar ediyorum. beni edebiyattan soğutan bu: ne için? neden? neye yarayacak? kendi salak düşüncelerinden elaleme ne?
'ben seni görmeden sevdim' değil, 'ben senin yarattığın güzellikleri görerek ve anlayarak, bilgiyi bizim tasarrufumuza sunduğun için ve de hepimiz senin kulların olduğumuz için sevdim' diyebilirsin. kendince güzel kelimeler, sebepler bulabilirsin ama 'ben seni görmeden sevdim' değil. bu yanlış. türkçe'ye girdiğimiz de dualar bile çıkar amaçlı neredeyse.
Yüksek sesle konuşuyorum. Bağırır gibi şakalarım, kırılmıyor insanlar. Gülmek gerekli. En ufak entelektüel engel yok, seviyesinde ulaşılmaz avamlık var, inmek zor bu noktaya bazıları için ama bir bilseler hodbin oluşları aslında asıl avamlıkları.
Canlı müziği her türlü sahildeyken dinleyebiliyor insan. İlla ki mekana girmeye gerek yok hem yalnız başına bir mekanda olmak bana hadsiz bir ağrı veriyor. Kalabalıkta o ağrı sızlıyor, acı veriyor.
Yaşlanmak istiyorum diyen insan,bir nevi asil olmayı talep eder. Aslına bakılırsa bu talep ne dille ne de kalben yapılır. Hayatı ona o asaleti bahşeder. Zamanımıza gelirsek, bireylerin yaş aldıkça ergen kafasında yaşamaları, asil olamamaları zavallıca bir his. Çözüm nedir? Tatbik edilesi yöntemi var mıdır asaletin? Filozoflar önce sus derler. Susmakla olabilirse ala, pek ala.
Martılar gece ayrı güzeldir. Kanatları, o uzun kanatlarıyla çırparken karanlıkta, az ötemden geçerler. Sesleri yalnızım demene küfürdür. İnsan doğayı sevdikçe aslında yalın insanlığa kavuşur. Hayatı iyi yapan da o doğa içinde bulunmak. Fakat yine de bir şey insanı bu güzel düşüncelerden uzak tutabilir. O bir şey hayatın gidişatına dair önemsiz bir şey de olabilir. A priori tarz da hayatın edebiyatı lüks kılması imkan dışıdır. Biz onu kendi emellerimize göre evirir çeviririz.
Bugün bir kızılbaş bana insanlık dersi verebildiği için, ona teşekkür etmek istedim. Yalnız etmedim. Çünkü teşekkür edersem bana ders vermeyi bitireceğini düşündüm.
İki türlü okuduğun kitaptan ayrılırsın (isteyerek). Birincisi genel olarak sıkıldığın için (bu ahmaklıktır), ikincisi bitmesini geciktirmek, ondan hoşnut kalışını uzatmak için. İkincisi sayesinde kitap senin kölen olur.
Gerçeği öğrenmek rahatlatmıyor ama yine de öğrenmek isteriz gerçeği. Öyküler, romanlar o merak güdüsüyle bitebilir ancak. Fakat reel de birini tanımanın o katlanılması, dayanılması var olmakla güçlenen yanı neresidir ? Zorluklar mı? Çok saçma.
İmandan sonra farzların en büyüğü namazdır. Elbette buna göre sevap ya da günah biriktirmiş olsak bile namaz kılmayana insan değilsin demek onları namaza yönlendirmez, daha çok dinden kaçırır.
doğru söz söylemek, ardından birinin gıybettir. susmanın fazileti aslında burada önemli. yoksa konuşman gerekli yer de susarsan, o fazilet değil aptallıktır.
dedikodunun da canı cehenneme derken, aslında dedikodu yapmamak için bunu söylersin. yine dedikodu yaparsan da bu sefer senin yerin de cehennem olmuyor mu?
aslında yalnızlık bir seçimdir. okey oynarken yalnız değil gibi gözükürsün, yancı olduğunda da bu aynıdır. fakat orada bulunmak istememek ve kendini uzaklaştırmak bilinçli bir yalnızlıktır. sana fayda vermeyenden uzaklaşma hassasiyeti; ilahi bir güven, teminat.
giydiğin dondan daha kısa şortla dışarı çıkmış bir arkadaşının kız kardeşini görünce sen utanıyorsun ama hiç rahatsız değil. bir tür güvensizlik hassasiyeti.
adam üç kişiyi öldürmüş ama yakalıyorsun, getiriyorsun, 'ulan bu memlekette nasıl kaçtın o kadar zamandır' diyor polis, beraber fotoğraf çekiniyorsunuz. tam katile kızacakken, halini görünce içine bir ürperti doluyor. aslında merhamet doğuyor. 'reis bey'deki merhametten farklı bir şey bu.
'bizi dışarı attılar.' egale olma halinin yanı sıra 'here we are' bağlamına ters değil, bir nevi mekan dışılığa vurguluyor. biz orada ya da burada, mekan a ya da b olsun, biz zaten beraberiz. dışarının olup olmaması önemli değil çünkü içeridekiler de dışarıyı içeri olarak görebilirler. bu bir tür zihin karmaşası. attılar - buradayız noktasında ise, gerçekten istenerek mi buraya gelindi sorusu sorulabilir. her iki türlü de 'biz' beraber olduğu için bağlamlarıyla iki cümle de anlamını koruyor.
body ya da soul volume meselesi. 80'lerin bitik soulu postmodern bir soul işliyor ve aslında body kavramını ruh etrafında gezinen hayvancıklara benzetiyorlar.
90+2 de gol yersin ve birkaç saniye sonra maç biterken şok yaşarsın. maçı kazanıyorken, berabere kalmışsındır. hayatta da bir şeyi çok istediğinde aslında o istediğin senden uzaklaşır. bir tür ucu ucuna kaçırma merasimleri yaşanır. kederli merasimler...
Çekilen acılara hep bir bahane bulabiliriz. Ergenlik dönemi sendromu, orta yaş çıkmazı, yaşlılık kötürümcülüğü, regl öncesi problemler, faizler, zor sorular, uyumsuz iş arkadaşları, kader..
Bebekken annemiz her seferinde bize geri dönmüş olduğu için, büyüdüğümüzde de sevgililerimizin ve arkadaşlarımızın aynı şekilde geri döneceklerine inanırız.
savaşların sebebi her ne olursa olsun, mezalim ne kadar kuvvetli olursa olsun, yine de yaşama düşüncesini bir toplum başka bir toplumun elinden alamaz.
ve aslında güzel bir şey duymak için can atmak önemli bir erdem. kötüye alıştırılmak, örneğin ölümleri duymak erdem değil, bilakis insanın hürriyeti olan ölümü aşağılamaktır.
Günahı asıl asosyal olarak görmek önemi. Günah insanı sosyalleştirmez, gerçeğe, hakikate karşı asosyalleştirir ki, sosyal olmak değerler babında duruş belirlemektir, yoksa sağ da sol da gezip dolaşıp, her *oka burnunu sokmak değildir.
ramazanın bereketi çok farklı bir olay. bu arada davulcu mani okumaya başlayıp beni alt ederken, ben yine de ramazanın bereketini düşününce, ciddi bir atmosfer farkı var ancak münafıklar için bu önemsiz. zamanında süryanilerin, ermenilerin saygısına sahip olamamış adı müslüman münafıklar müminin kendi nefsinden sonra en tehlikeli düşmanları zannımca.
davulculardan nefret etmiyorum ama beni rahatsız ediyorlar. hem bir ara davulcu mu olsam diyordum. bir aylık iş, işsizlikten iyidir. aynı ritimle, manisiz bir davulculuk ciddi rahatsızlık veriyor. üstelik geceleri hiç uyumayan birine daha fazla rahatsızlık veriyor.
rus kızları apartmandan attırmak için tek çare benim gibi bakan adama bir şey diyemedim. kızlar ramazan gelince sahile iniyorlar. pavyon ya da ev işleri 'günah olur' diye azalıyor sanırım. aramızda iki kayık vardı. daha toplu ve cilveli olanı bana yakınlaştı, sigarası elindeydi. üst komşuları olduğumu bilmediklerini düşünsem de yine de onları apartmandan attıracak tek insanın ben gibi durması da canımı sıkıyor.
bugün pike takımlarını, çarşafları, yastık yüzlerini yıkayıp balkondaki iplere asmışlardı. bugün hep uyuyup uyandım. belki de kafka kafama vurduğundan olmuş olabilir. hem bir zaman sonra yapmak istediğin tek şey uyumak oluyor. ancak kıştan bir alışkanlık olan battaniyeyi çarşaf niyetine serme alışkanlığından vazgeçmeli.
evinde hizmetçisi olan ev yine geri geldi yaşlı adam ve kadınla beraber. kadın adama göre daha genç gibi, belki de adam babasıdır. çünkü adam o kadar yaşlı, kamburu sandalyeye öyle yakışıyor ve hareketleri ağır. kadın da altmış yaşında var gibi duruyor. bence de karısı değil hem olsa ne fark eder. baykuş onların katının üstünde. hizmetçileri sanırım kaldıkları asıl meskenden getirilmemiş gibi. genç, tek tip elbiseli ve yazması başında bir garip duran hizmetçi.
sen yanlış bir şey yaptığında, karşına geçip sana 'sen işte zaten buydun' diyecek insan çoktur. ayrıca yanlış bir şey yapmakta gerekmiyor, yeter ki sana konuşacak olanın rahatsız olması bile yeterli.
bu zamanda iftira bu kadar bollaşmışken, yalnızlaşmak deyiminin hiçbir önemi olmadığının da farkına varıyorum. hiç kimse olmasa da olur demiyorum, hakikati önce kendi adına bilmen, yinelemen lazım.
Hz. Aişe'ye atılan iftira meselesi, bu zamana çok acı ışık tutuyor. burada şu ayet önemli elbette: “Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i Imrân, 3/139) İman edenler, haklılarsa elbette üstündür ve gün gelir atılan iftiralar da tek tek yok olur. Hz. Ömer bile peygamber olabilme takdirini kazanan insan, Hz. Huzeyfe'nin yakasına yapışıp 'Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?' diye sorarken, biz kendi makus kaderimiz içinde, günahlarımız ile yine de gülebiliyoruz.
Gelelim iftira mevzusuna. Ayet iniyor: "O iftirayı çıkaranlar içinizden sayılı bir zümredir. Onu sizin için bir şerr saymayın. Aksine o,sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese günahtan ne kazanıyorsa o vardır. Onlardan işin büyüğünü deruhte edene ise en büyük azab vardır" (Nûr,11) Öyle bir iniyor ki, riyakarlık, summe taslayan insanlar olarak bu ayetten de bir başkası için bir şey varmış gibi hissediyoruz ama düşününce, çıkarılmış en ufak iftiraya dahi alkış tutuyorsak, yazık bize.
Mevzunun bir de iftiradan sonrası var. İftira yapmış olanlara yine de el uzatılır mı?
Ebu Bekir:"ALLAH'a yemin ederim ki,artık bundan sonra,Mıstah'a infakda bulunmayacağım" dedi. Çünkü Ebû Bekir,hem akrabası olduğundan,hem de fakir olmasından dolayı,Mıstah'a harcamada bulunuyordu.
İşte bunun üzerine ALLAH Teâlâ da:
"Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar,akrabasına,yoksullara,ALLAH yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin,affetsin,aldırış etmesin. ALLAH'ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz..."(Nûr,22) ayetini indirdi.
Hz. Ebu Bekir de:"Evet,ne demek;elbette ben ALLAH'ın beni bağışlamasını can ü gönülden arzu ederim!" dedi ve Mıstah'a nafaka vermeye devam etti.
Yaşanan her hadise bize aslında bariz bir temsildir.
Sana ihsan sahibi olmak ne yakışıyor Allah'ım! Bize yakıştığı sıfatlarla bize davranma ne olur! Sen elbet güzel eylersin, bakana gösteririrsin Edeceğin güzelliğe, bahara bizleri eriştir Günahlarımızı affedecek sabır da sen de, merhamet de.
biri bana sorsa, 'nesin sen' diye, 'fikir işçisi olmak için çabalıyorum' derim. işçi kelimesinin burada yücelttiğim için gurur duyuyorum birazcık kendimle, sonra geçiyor. şimdi mesele şu, fikir işçisi olmak, bir zamanların akil adamları olmaya benzemiyor. oportünist oyuncu, yazar, gazeteci kitlesinden akil adam olursa, elbette fikir işçisiyim diyen de çok olur. fikir işçisi olarak örnek verebileceğim insanlardan en başta Cemil Meriç gelmektedir. son zamanlarında bir tür gerçeği daha bariz görme hadisesini yaşamıştır. uzun uzun Hindistan civarı açısından dini ritüelleri incelemesi de, aslında dünya yoğunluğunun 2.5 milyar gibi bir miktarını kaplayan Çin, Hindistan ikilisi açısından bakılırsa da, çok da mantıklıdır. tabi, burada İslami cepheden bakanlar, Necip Fazıl'ı da örnek verebilir. çok zeki bir insan olmasına rağmen, neden Necip Fazıl'ın (eserleri de dahil) asıl kalbe etkileyici özelliği azdır? Necip Fazıl bir tür arınma sürecini ölene kadar sürdürmüştür. bir müceddid gibi hayatında hataları fikri olan da birisi olmamıştır. buna yanlış mana vermemek için, diğer insanları da katabiliriz aslında. yine de fikir işçisi olmanın bir tür temsiliyetine ait özellikleri sunmuştur. dinsiz bir fikir işçiliği olmaz. bu millet dini yaşarsa ancak yükselebilir. maalesef bunu kuru bir umut olarak tutmak istemiyorum ama değişmiyor bu umut endeksi.
evet, fikir işçisi olmaya çalışıyorum güzel bir sözdür ama benim şahsım gibi bu örneğe tabi olacaklar için saf bir işçlik düşünülemez. günahkarların emeğini yer yer şeytan egosu ve farklı hülasalarla bozabilir.
ne güzel, kaç gün önce bahsini ettiği olayın biraz daha teferruatlı hali:
Muhammed İkbal der ki: ‘Gençlik yıllarımda her sabah namazından sonra iki saat Kur’ân okuyordum. Babam yaptığım işi görmesine rağmen her sabah gelip ‘Oğlum, ne yapıyorsun?’ diye soruyor, ben de elimdeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip ‘Kur’ân okuyorum’ cevabını veriyordum. Tam iki sene, belki onlarca defa, elimde Mushaf’ı görmesine rağmen ne yaptığımı sordu. Bir gün âdeti üzere tekrar sorunca, ‘Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun. Bir şey mi demek istiyorsun?’ dedim. Babam şöyle cevap verdi: ‘Evladım, evet, biliyorum ki elinde ‘Kitap’ var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. Muhammed’im! Kur’ân’ı sana sesleniyor gibi okur ve her âyetten alacağın şeyleri alırsan o zaman gerçekten okumuş olur ve istifade edersin.’
asıl mesele de burada Arapça bilmeyen bir müslümana dönü geliyor. meal okuyup, 'Kuran okudum', ben anladım demek, direkt bir çeviriyle 'aslında siz yanlış diyorsunuz, bak kuranda böyle diyor' diyenler kör cahillerdir. nasıl mı? meal okumak, bir tür tercüman işi dersek, etimolojik bir çaba içerisindeki insanın aslında bir çok kaynaktan kelime kökenine kadar araştırdığı düşünülürse, hem hadis hem de tefsir boyutuyla Kuran okuması yapılır. meal okumanın boş olduğu buradan çıkmıyor tabi ama meal insana hemen bir fikir vermez. bunun için ciddi mana da donanımlı bir insan olması gerekir, örneğin beş bin hadis ezbere bilen bir alim insan düşünelim. sahih hadisler itibariyle bu alim zat daha rahat bir kavrayış içerisinde bulunabilir.
somuncu babanın bursa ulucami açılışındaki verdiği vaaz gibi aslında. fatihanın yedi farklı açıklaması diyelim ve açıklama yedi farklı bab itibariyle yapılırken, insanların anlama/anlamama kapasitesi. hem akıl hem de kalp gözü dedikleri asıl fasıl da geçerli burada. bir de egoyu ayırmak. islam'da 'ene'nin Rab yerine koyulması da, (Arabi Hz. gibi) beni aslında bir nevi yok sayıp, has bir tabirle Allah'tan olduğumuzu, yaratıcımızı bilmektir.
sana temsil olan kimse, ona göre yaşamaya başlarsın. temsili yanlış bulmak, müslüman insanın ferasetindedir. feraseti beliğ ve yüksek olan bir mümin, temsiliyeti analiz ederken, bakar ki, bu temsil edecek insan, şurada yanlış yapıyor:'dur ey temsilci, yanlış yapıyorsun' der. maalesef, asıl feraset sahibi olması gereken insanların şuursuzca hareket ettikleri bir dönemdeyiz. öyle Yunus Emre dizisi çekmekle, Osmanlı kuruluşu çekmekle safiyane, halis bir niyet olsa bile, sonunda amel itibariyle neticesi pek safiyane durmuyor.
'küfür ağzına yakışmıyor.' yakışanın nasıl yakışır diye bir mesele var. bir bakımdan günde binlerce defa Estağfirullah çeken Ebu Hureyre örneği var, bir taraftan küfürlü bir ağız. denge bulunabilir mi?
yine bir takım insanlar, okusalarda bir türlü dine sıcak bakmazlar. iman meselesine girmiyorum ama dini direkt bir tereddütle düşününce, sebebi istediğin şeyleri yaptırmamasıdır. bu 'ben dini mübin' birisiyim diyen için de geçerlidir. beş farz, otuz iki farz değil mesele, olmaması, o günaha (neyse içeriği) yaklaşmaktan korkmaktır. günah tatlı gelse de ilk başlarda, zehrini sonra gösterir. hiçbir günahın lezzeti baki değildir, bilakis zehirli ve geri çıkmaktadır.
insanlar peygamber ismini duyunca hoşlarına gitmiyorlar. 'biz zaten müslümanız, tamam o da peygamber ama biz kuran okuruz, kuran önemlidir' derler. işte büyük yalancılar da onlardır. kuranı da önemsemezler. Allah'a da açık açık şirk koşarlar. peygamber efendimizi tıpkı zamanındaki ebu cehiller, ebu lehebler, velid b. mugireler, ukbe ibni muaytlar gibi, bunlar da aslında biliyorlar ki o peygamberdir ve önemi tartışılmaz ama insanlık egosundan dolayı, katlanamadıkları 'neden o' tavrından dolayı bir türlü peygamberi sevmezler. sadece Hz. Muhammed s.a.v. değil Hz. Adem'den Hz. İsa'ya binlerce peygamber de aynı tavırları yakınlarından, toplumlardan görmüşlerdir.
yusuf ziya özkan demeyi hep unutuyorum. adının bütününü hep karıştırırım. mübarek bugünlerde hasta. Rabbim canını alacaksa da, bir huzurla, esenlikle alsın. Yaşayacaksa da güzel günler görsün. Onun sesi çok kişiyi ağlatmıştır.
kendi çaresizliğimiz bizi bu vahşi vurdumduymazlıktan kurtaramıyor. Allah'a bırakmak, tevekkül etmek deyimini biz 'nasıl olsa olur' mantığıyla düşündüğümüz için bir şey olduğu yok. ne paramızda bereket, ne gözümüzde nur, ne de yarınlar için umutlu bir dünya.
bu arada birinci tekil şahıs böyle ifade etmeyi gerektiriyor. maalesef bir umutlu dünya yok. kendi içinde, çevrende ne kadar bu umudu bulabiliyorsan, o. ancak yine de son şahlanışa inanmak istiyor insan.
hukuksuzluk adamı taraflı tarafsız bir terazi de insanları uyandırmalı ama herkesin keyfi yerinde. bu keyif bolluğunda kendi keyifsizliğimi kelimelerle dağıtmak da ayrı bir hukuksuzluk.
hayatımı etkileyeceğini sandığım iki hikaye öğrendim iki günde. bu benim için pek çok sorunun da (geçmişe dönük) cevabı oldu. peki, mutlu mu oldum? mutluluğu, tatmin olmakla eş tutunca, mutluluk keyfi ve zamanla sınırlı oluyor. benim açımdan tarih bilgisi sosyalizm dinamikleriyle sarsabilir insanı ama gerçeklik için yalnızca dini ritüel vardır.
oyuncuların bir kitle oluşturma potansiyeli hindistan'da var. buna hemfikir olabiliriz. abd'de oyunculuk kitleleri çok farklı etkileme üzerine dayanıyor. örneğin, iyiliksever bir oyuncu profili oluşturma.
türkiye de ne var, nasıl bir kitle var onu da bilmiyoruz.
Biri şöyle derdi: ' Asıl anan, bacın namusundur, eşin de namusundur elbet ama onu öldürerek namus filan temizleyemezsin. Eğer eşin namussuzluk yapmışsa, boşayacaksın. '
Biri şöyle derdi: ' Asıl anan, bacın namusundur, eşin de namusundur elbet ama onu öldürerek namus filan temizleyemezsin. Eğer eşin namussuzluk yapmışsa, boşayacaksın. '
Bugün bir öğretmenle muhabbet ederken, uzun zaman sonra edebiyattan, sadece edebiyattan bahsettiğimizi, konuştuğumuzu görünce bayana teşekkür etmek istedim. Velakin illaki sen de yazıyorsan, seni de okumak isterim ısrarı rahatsız etti.
Böyle anlarda öylesine çıkardığın bir kitap olsa diyor insan. Sırf kitap olsun. Satmak filan değil, seni okuyan üç dört insan der gibi. Aslında hep böyle olur. İyi okuyucu çok azdır. Aslına bakılırsa bende iyi okuyucuyum ama yorum yazmaktan ya da yorumu yüze söylemekten çekiniyorum. Etkisi azaltılmış dobralık deniyor buna.
Sonum Beyoğlu'nda kendi kitaplarını mukavva üzerine koymuş satan adama benzeyecek.
bkm, güldür güldür tarzı skeç tarzı programlar tiyatro kökenli değil, televizyon, show güdümlü programlardır. yine de komik olmadıklarını söylemek mümkün değil.
ülkede bariz bir tiyatro/cu sorunu var. büyük birkaç şehir harici tiyatro nedir kısmı bile şüpheyle yaklaşılan bir soru. İstanbul'da Sarıyer'de oturan biri bile, İstanbul'da var olan etkinliklerden yüzde seksen habersiz yaşar, hatta göçer gider dünyadan.
cemil meriç 'bu ülke' her evde olmalıdır. evde yoksa da okunmuş olmalıdır. okunmuş olan o kitap özlenmelidir. evde varsa açık tekrar tekrar okunmalıdır. bu ülke, bu ülkedir. bizimdir. bizim içindir. cemil meriç sona götürmez insanı ama ufkunu geliştirir. bu ufuk için de insanlar yıllarını verirler de, yıllarca akademik eğitim de alırlar, yine boştur, yine maddeci ve yine makam, koltuk sevdalısı olurlar.
düşünsene bir avuç insan umut için sahnede. senaryo da umut. oyuncular yorgun ama umutlu. düşün böyle bir şeyi. gündelik tüm kavgalar dışında, tüm şeytani siyaset dahilinde, düşün az umudu.
hayvanlar çiftliğini yazdıran her neyse, şimdiki zamanın ne farkı var? çiftliğindeyiz Ali babanın. kimimiz eşek, kimimiz öküz. siz ey tilkiler, bir aslan gelse de korkup kaçacaksınız ama bekleyin.
bir kere sağ ve sol demek bile aptalca. İslam'ın soldan ya da sağdan devrimi de olmaz. gençlik şarkılarıdır o 'biz islamcı devrimleriyiz' diyenler. itikad meselesini anlayamayanlar öncellikle zaten kafaları ne okurlarsa ya da bakkaldan, okuldan, kahvehaneden kim olursa onu aldatıyordu.
zaman gösteriyor ki, aldatılmak macerası farklı isimler ve şablonlar halinde hiç değişmiyor.
bir şeyin ne kadar boş ve beyhude olduğunu yaşayarak olduğu gibi yazarak da öğrenebilir insan. çocukken verilen 'ben bir daha duvara yazı yazmayacağım, arkadaşıma tekme atmayacağım' yazma cezaları gibi.
Karakterin nasıl kaderin oluyor misalini iyi düşünmek gerekiyor. Bir insan karakterine ne zaman sahip oluyor? Rab bu karakteri sana yazmışsa, bunu zaten yaşamak zorundasın ama böyle değilse ve bu karakteri sen kendin oluşturuyorsan, bir nevi biriktiriyorsan, o zaman haklı olarak aptallıkların suçunu başka yere atamazsın. Bilgin de aslında bir tür alışverişten başka bir şey değildir.
Ünlü harfler , ünsüz harflerden azdır. Tıpkı ünlü insanlar gibi. Ünlü harfler olmayınca kelime kuramazsın ama gerçekte ünsüz insanlar olmayınca yaşayamazsın.
Sahip olduklarının değerini bilmeden, bir başka şeye sahip olmayı istemek, arzulamak da neyin nesi? Sen önce kendi sahip oluşuna sahip çık, kendinin farkında ol. İnsanlar bir başkasının gözünde nasıl olurum diye yaşıyorlarsa, bu insanlığın özüne ihanettir. Her insan farklı yaratılmıştır ve bunu kabullenmemek küstahlıktır.
Bazen 'bir deliden' ne farkın olur diye düşünüyorum. Deli olarak adlandırdıkları insan da, bazı kuraldışı hareketleri yüzünden esir altında tutulur. Asla şizofren ya histerik çıldırmalar deliliğe girmez.
Sana artık heyecan vermeyen arkadaşını da arayıp sormak istemezsin. Bu yüzden bir arkadaşın varsa, o anlattığı kadar bilmelisin hayatını. Dahası merak konusu olmalıdır. Yoksa artık onunla arkadaşlık kurmak istemezsin.
Tarkovski ne diyor: ' İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir'
Bilgi sahibi insanları kıskanıyormuşum gibi duruyorum, yalnız kıskanmakla saygı duymak arasında bir yer varsa, ben oradayım. Ne saygı ne haset, ortası diyorum.
Gülmek bana yakışmıyor demiyorum ama gülünce korkuyorum sonra kötü bir şey olacak diye. Sonra olacak kötü şeyleri düşünüyorum. Kötü şeyler bir anda silinip gidiyor. Israr ediyorum, ne olabilir diye. İşe yarama hissinden, yazgıdan, Allahın belası şeylerden uzak duramıyorum. Yazgı benim tatlı, küçük arkadaşım. Bana insan olduğumu hatırlatan şey.
Özgürlük ve barış Tüm insanları özlemi olacak yarınlarda Anam bacım kardeşim Eşim dostum yandaşım Daha daha mutluyuz yarınlarda
Ağlamak yok gülmek var Düşmanlık yok dostluk var Yarınlarda seni sevmek var Yarınlarda mutlu günler var Yarınlar benim yarınlar senin Yarınlar onun yarınlar bizim Mutluluk şarkısı tüm insanların Gönlüne dolacak yarınlarda Canım gülüm sevgilim Balım dalım birtanem Daha daha mutluyuz yarınlarda
Ruhun grevi dünyaya karşıdır. Ahlaksızlık, namussuzluk, adam kayırma, iftira hurra bombalarken doğruluk kalelerini, insan gibi yaşayabilmek, dürüst duruşunu koruyabilmek postmodern erdem değil, insanlık onurudur.
Peygamber tüm hücreleri itibariyle insandır. Bedenen de, ruhen de bir insan şemasında ve inşası içerisinde yaratılmıştır. Peygamber sakalını, saçını kutsamak, hatta ondan duayla bir şey dilemek (türbeler misali) din içerisindeki bid'at meselesidir ki, din kimseden zarar görmese, en çok bu tür insanların inancı yüzünden zarar görmektedir.
Peygamber sünnetleriyle de ayrıca ayrı bir alay geçiliyor. Tüm meseleler hallolmuş gibi, çocuğa iki isim verme zorunlu bir hal gibi lanse ediliyor. Niye? Sünnet. Nisa suresinde de geçiyor ki 'Kadınların nikâhına, halinize uygun bir mehir karşılığında talip olmanız size helâl kılındı' ayetiyle, Mehir mevzusuna Rabbim de en güzel örneği sunmuştur. Erkek evlenirken çeşitli düğün saçmalıkları sünnet, hatta farzmış. Sonra namazda tahiyyat kısmında parmağı deli divane kaldırıp indirenler var. Bu da sünnetmiş. La mevzusu denk gelirse, dört elif miktarı olması muhtemel kısımda, işaret parmağı kalkacakken, o parmağın vibrasyonlu alet gibi kalkıp inmesi de dinin içindeymiş.
Tüm bunlarla beraber, hala insandan medet uman, kendini geliştirmeyi becerememiş, islam ahlakıyla standartlarını koymuş batıya bile gavur diyerek kendini zora sokan ve kendisinden kaçan bir ümmet ne zaman olduk? Sahi ümmet miyiz hala?
Yine de İbrahim'in milletinden, Muhammed'in ümmetinden demek ne tatlı. Allah onlardan razı olsun. Salat ve selam.
İnsan ölümü ne kadar düşünüyor? Hayır, ölüp gittin, bitti gitti değil, ciddi mana da ne kadar düşünüyor? Oradaki adalet ve gerçeklikle yüzleşince neyi umuyorum? Bu dünyanın geçici onca lezzeti karşısında, ahmakça batışlarım ve çıkışlarım hangi hakiki tadı bıraktı ruhumda? Kederden ve ıstıraplı yürek sızlamalarından sonra geriye ne kaldı? Ölüm perdesi açılır da, ne var ne yok ortaya saçıldığında, 'elestü birabbüküm' kısmını bile geçebilir miyim?
Yalnız bu muhasebenin zeyli bile, olduğu müddetçe insana korku veriyor. Bir takım saftrikler gibi, korkmak değil, onu sadece sevmek lazım kısmıyla mı hareket etmek lazım? Her şeyi geçtim, ölümü de her an hatırlamak gerekirse, dünyadan zevk alamayız deniyor. Zaten ister istemez Rabbim de kuluna ölümü unutturuyor ama her şeye rağmen yine de bu ölüm konusunda kendimi zorlasam, günlük bir ölüm hatırlama süreci koysam kötü olmaz mı? Hep kötü bir halde ölümden korkarız ama o kötü hal dediğimiz en basit haliyle tuvalette bile olsa, maddi pislikler temizlenip, insan yine de temiz bir halde toprağa gömülebilir. Peki, ruhsal kötülükler ne olacak? Her şeyi geçtim, tüm günahlarımı geçtim de, gıybet belasıyla peki nasıl uğraşacağım? Bugün bir resimde, temsili dikenli bir dil gösteriliyordu. Kardeşinin hakkına tecavüz ederken, aynen o dille, dilleşmiyor muyuz?
Susmanın, ayrıca insanları maruf yönüyle doğru yolda buluşturmanın hakikati ortadayken, münker olandan uzaklaşıp, mürted olana karşı da bilmecbur hem nefsi hem etrafı ikaz etmek gerekiyor.
Bu sesler, anneler ve çocukları. Yalnız anneler. Kapı komşum. Hiç olmadığı kadar yalnız, elektriksiz, susuz ve bir yatak. Acıma duygusu uyandırıyor ve sonra kapıyı kapatıyorsun her şey bitmeli. Bitmiyor. Bitmeyecek. Bana anlatacağı çok şey olan bir kadın ve kırmızı bir şahin içerine doluşan akrabalar. Nasıl ve nereden geldiniz? Sessizliğim fazlasıyla inançlı bir süreklilikle bozuluyor. İşte anahtarlar. Unuttuğum iş yeri anahtarları, işte ellerimle; benim mi bunlar? Sessizliğin nasıl inatçı bir çığlık olduğuna şahidim. Bulutları aralayan Ay, Adalar, İstanbul ışıkları, mavi elbisesini heyecanla giymeyi bekleyen deniz neredeler? Penceremin kapanması lazım. Umursamaz köpeklerin dostu olabilirim ancak. Hırsız değilim, umut hırsızı değilim ama umutlanacak ne var?
'Annenin hakkı Allah'ın hakkından sonra gelir. Çünkü O kerem sahibi senin cenini ona emanet etti. Onun bedeninde sana şekil verdi. Taşımak için de ona huzur ve kabiliyet verdi. O da seni kendisine bağlı bir parça gördü. Allah'ın takdiri bağlı olanı ayırdı. Hak binlerce sanat ve fen yarattı, böylece anne de seni sevgiyle kuşattı.' (Mesnevî, III, 325-328).
yaşamaktan kaçıran hisle, yazmaktan kaçıran his aynı şey. yazarken düşünmez insan, sadece yazar, düşünmek aslında realite ölçüsünde, hakikate gam olmakla alakalı. o zaman aptallık mı denmeli ya da günah çıkarma mı? cevap bulamıyorsan, belki de yakacaksın. cehennem de yanmadan önce sen yakacaksın.
ne güzel iyi bir şeyin olmaması. düşünemiyorum iyi bir şeyin dahi olma ihtimalini. hem kim kabullenebilir iyi bir şeyleri. ne gereksizler ayrıca, iyi bir şey de nedir, hem kim için?
"Seneler önce küçük bir çocuk her akşam bir tepeye çıkar, vadinin ucunda yükselen tepenin zirvesindeki evin altın pencerelerine bakardı. Bu pencereler, batan güneşin ışınlarının altında, karanlık basıncaya kadar pırıl pırıl yanarlardı. Çocuk, bu altın pencereli evi yakından görmek için yanıp tutuşmaktaydı. Bir gün, altın pencereli eve gitmek için babasından izin aldı. Koşa koşa vadiyi aştı. Altın gibi parlayan pencereleri yakından görme isteği, onun karanlığın bastığını fark etmesini önlüyordu. Altın pencereli eve varmak için tırmanması gerektiği tepe çok dikti. Çocuk, nefes nefese yarı yola geldiği sırada, yorgunluktan yere çökerek uyuyakaldı. Uyanınca, çok vakit kaybettiği için, acele etmesi gerektiğini anladı. Bu arada gece de olmuştu. Çocuk tırmanmaya devam etti. Şafak söktüğü ve güneş parlak tepenin üzerinde belirlediği zaman, çocuk çektiği yorgunluğun ve içini kemiren hasretin mükâfatını gördü. Altın pencereli eve gelmişti… Bunca zamandır aradığı evi, garip şekilli çatısından tanıdı. Fakat, evin pencereleri bildiğimiz camdandı. Hiçbiri parlak ve altından değildi. Hatta, toz içinde olduklarından, donuklaşmışlardı. Çocuklar hayretler içinde kalmıştı. Acaba altın pencereli ev bir rüya mıydı diye düşünmeye başladı. Bu düşünce ile altın pencereli eve arkasına dönüp vadinin öbür tarafındaki kendi evinin bulunduğu tepeye bakınca, gözlerine inanamadı. Altın pencereli ev oradaydı! Kendi evinin pencereleri, üzerlerine akseden doğu güneşinin ışınlarıyla altın gibi parlıyordu." —Will Judy
Bir kitap okurken, orada anlatılan yerlerde olmayı düşünüyorsun. Mutlu olmak için bu sebep değildir. Bir yerde olmak, bir yerde bulunmak mutlu olma amacıyla olmaz. Hayatta mutlu olmak için yaşanmaz zaten. Her anı insanın sonu nerede biteceği bir rüyadan uyanınca, 'geride ben ne yapmışım' dememek için de ayrıca bu gizli pişmanlık.
Bir şey talep ediyorsun. Yollarını bilsen de, tek bir yoluyla hareket edince, olumsuz bir sonuç alıyorsun. Şimdi sorun nerede? Tek yoldan ilerlemek mi, kendi fikrini dayatmak mı? Olmayınca da bu sefer suçu başkasına atıyorsun.
Uzaktan ne de güzel 'deniz ne güzel bugün, keşke sen de benimle bakabilseydin.' Yakına gelince hırıltılı bir nefes çoğalır. Et gerekli bir ücret dahlinde ortak olur. Çünkü paran kadar insan sayılırsın. Yalnız hiçbir böceğin, kedinin, köpeğin, kuşun parası yoktur. Evvel o ekmek arabasının icadında başlar.
Tüm bunların yanısıra mayıs rüzgarı çayımı soğutur. Bugün görünce hiç sevinmediğim yunus balıkları aklıma gelir. Uzaklar iyidir.
Çok mekanda bulundum diyenin niyeti, kendini her türlü kabul ettirme içgüdüsüyle eş hareket eder, yalnız çok mekanda bulunmanın değil, bir mekanda bulunmanın inceliğini bir türlü anlayamaz.
Sizin sanat sevginiz, af edersiniz birbirinizin şeyini sıvazlamaktan başka bir şey değil deseydim,onların gözünde kötü olacaktım ama demedim. Nihayetinde sadece sustum. Oynaşmaya ve oyalanmaya devam ettiler.
Bilgi felsefesinde hırsızlık vardır. Sade felsefesine binaen -malını koruyamadığı için hırsıza ceza kesmekte nedir- demiyorum ama keşfedilen yeni bir bilgi bile, eskinin keşfiyle mümkündür. İlk keşfe kadar gitmemiz gerekiyor ki, eski yunanda kalıyor bu keşif. Benim hassasiyetim İbrahim'e varabiliyor. Fakat itaat, retorik bir dille eleştiriye tabi tutuluyor. Elbette oğlancı-livata toplumu Babil'e özenebilirler ama felsefe deniliyorsa, çocuk İbrahim'in madde üzerine yaptığı felsefe bile başlı başına bir uygar düşünce ritmi taşımaz mı?
O akıllılar gibi hiç olamadım. Aslında bazıları onlara akıllı değil, pragmatik canlılar da diyor. Bilgiyi emip, kaçıyorlar. Sülük gibiler. İhtiyacı olan kanı almaları yeterli. Beyin de kansız elektrik akımına kapılmış dinozor değil midir?
Commuovere. Vakıa'dan esinlenmiş bir heyecanlanma. Kitaba yazınca acısı hafifler gibi geliyor. Geçen gün yanıma gelip, cam göbeği denize bakıp, iki dakika yalnızlığı anlatan adam gibi. Birbirimizi çektiğimizi söyledim. Olabilir dedi. Yalnızlıktan bahsetti yine. Diğer insanların konuştuğu şeyler bizim gibileri sıkar dedi. Birkaç dakika önce bir başkası iken, o geçen birkaç dakika zarfında artık ben de biz grubuna dahil edilmiştim. Komik gelebilirdi ama 'yaslı gittim şen geldim' şarkısını mırıldanır oldum bir an. Ne diyorsun dedi. Ne diyorsun: commuovere. Oval göbeğinden dışarı taşkın su içerisinde doğmaya yakın bir deniz bebeği. Bizi de doğur. Bizi de öp doğur.
O gidince bir an tel tıngırdadı ama sonra her şey yerli yerinde kaldı.
bana 'efendim' derdi. incelikti bu. sonra bir gün 'ahlâkın edebiyatını yapıp kendisinden bî-haber olan insanları zerre kadar umursamıyorum' diye sinirle bir söz sarf etmişti ki, haklıydı. ben hiçbir zaman iyi olduğumu söylememiştim oysa, dediklerim doğruydu. ama vazo kırılıp da, artık hiçbir şey eski haline dönmeyince 'efendim' azarlandı. dişiye hak edilmemiş 'boş olu' zayıf yumruğuyla gözlerinde var etti.
Bakma sen, kökünde iyi olan onlar, zahir de fena duruyorlar. Hayır, fenalık onların artık işi olmuştur ve cezalandırılmaları da yakındır. Peki, hep başkalarının cezalandırılmalarını isterken, asla o musibetin, cezanın, sorgulamanın da eneye- gelmeyeceğini mi düşünüyoruz? Ne kadar uzak olursan ol, o kadar iyisin mi ceza günü?
İyi insanların atların binip gittiği yok bir yere. İyileri siz atlarından indirip, ellerinizle (kardeş olduklarından) boğdunuz. Maksat kan akıtmamaktı. Yalan (kan akıyor). Atlar da artık yok. Dost istersen yalnız niye sadece Yaradan yeter babı tüm bu musibetleri özetlemez mi?
Kıskançlık özünde kardeşliğin kökeninde yatar. Alakasız bir ırktan birini örneğin derisi, dili, dini farklı kardeş görmeyebiliriz. Fakat madde has olarak bu kardeşliğe yorumlanır. Kendi kardeşimize, kanımıza hasetle başlarız bencilliğe. Hasretin de hasetle en yakın bağlamı, kardeşliğe olan özlemdedir. Açık bir dille-kan kana karışmaz-et ete durgunken su karışır. Su ruhları bağlayan tek asıl maddedir. Eriten ve dahil olan. Tüm bunlar aynı yumurta içerisinde hapsolmuş tek ruha çıkar ki- böyle bir şeyi kabul etmiyoruz. Öyleyse varım demek bile hasretten ve hasetten başka nedir ki? Bilinmeyene olan o derin duygu yüklenmesi.
İnsanların aklında tamamen temizlemez hiçbir insan. En yakınını -ebeveynlerini bile yeri geldi mi ciddi ithamlarla suçlar. İnsan, insanın kurdu burada açıklanabilir ama insan diyoruz sonuçta. Tamamen hatasız bir mekanizma, bir peygamber, kutup değil, basit bir insan. (bildirilmese onlar da hatalı)
Tehdit kökeninden şedit-şiddetli tahribat ve tahrik mevcuttur. Akıllı olmanın verdiği derin haz aslında kelimesiz kalmakta yatıyor. Bunu iddia edemez kimse, çünkü kelimesiz yaşayamaz
Bana ne diyor insan? Ba na ne. Burada na olumsuzluk eki olmasına rağmen ben olmanın yanında kişiyi kendine bağlıyor. Bana-yani bana doğru; to me, my, mine. To tuğlanın en sağlamı ama ne ne oluyor? Nasıl değil, iki v li çarpan w ile birlikte şiddetli bir çarpımla what. Latincede bariz bir dil bilgisinden bahsedebilirken, ingilizce zayıf kalıyor. Weak-ne kadar eksin olabilirsin örneğin. Türkçe daha karışık. Farsça ve Arapça yalnız kalabilirler. Anlatım pek bir şey ifade etmez. Kimse bugatti mühendisini merak etmez, bugatti merak edilesidir.
Scream gibi dream ve secret bahçe çiti gibi ama çığlık ve hayali beraber kapsıyor. Kakofoni dilinde, gizem aslında özneldir. Gizin fizik boyutu vardır. Serbest düşme değil, atış hareketi ama kesinlikle açıları, küresine ve yüksekliğine göre gravity ve ilginç olan gerçek gizin peşinden gitmez. Gizler gerçeğin peşinden sürüklenirler. Burada good-doom tekeli olmadan bir wood sosu taşır. Ağaç gibi. İyi olan canlıdır. Vital bir şey ancak daha önemlisi hayatta canlı olmak değil, iyi olmak mesele. Gizlerin, hislerle meşrubatı ayrı bir imtiyaza nüfus olmaz. Bilakis gerçeği bilen için giz sadece bir hüzme olarak kalır bakışta. Gerçeğin karı da bir nevi şahsına münhasır anatomik kalori boyutu kadar olur.
Kim yağları için dünyayı yakar ki? Hitler mi? Git işine.
Sam Brown -Stop. Telgraf inceliğinde stop bir nevi önceki kelimeyi uzatmak değil midir? Her gün aynı sahilden, aynı yoldan geçiyorum ama musiki nerede? Gözlerim donuyor. Ruhumla beraber. Neredesiniz siz ey güzel notalar?
Ne gelmiyor ki aklıma, neler, nineler.. Neler, Beckettvari nineler olabilir. Kelime sihirbazı Beckett okudukça, edebi aşk dolar insan. Bunu anlatmak, yaygarasını yapmak zorunda da olmazsın. Düşünüyorum da, raflarda kalan her kitap bir gün nasıl olsa aşağı inecek.
Eğer beğeniyorsan,o vardır. Beğenmek kalıcı olmamasını maddenin geçici oluşuna bağlıdır. Yirmi yaşında gencecik bir gencin yüzünü beğenirsin ancak bu kalıcı olmaz. Yaşamın boyunca insanın zihni dolu olsa da, bu onu eski tabirle ordinaryüs seviyesinde ulaşılmaz da kılsa, yetenek ve akıl ayrımı burada başlar.
Kalem tüfek gibi. Yine sâlâ okunuyor. Biraz salah diliyorum. Yürek parçaları edebiyatın kökünde. Bir devi cüce yapan tesirle, cam göbeği rengiyle deniz aynı şevki sunuyor. Bir eriği dişlerken, o ekşimsi tadın kalabalığı çok fazla sürmüyor.
Uzun cümlelerden kaçıyorum artık. Tatlılıkla alt etmek güç. Ve benim ebedim de Sartre'nin ironisiyle büyüyor.
Denizler kadar mürekkep olsa, ağaçlar kadar kalem olsa... Bir o kadar,bir o kadar daha olsa Aslolan Alimin ilmine ulaşılamazken, Kendi kuytu ve zerre bilgi cihetimle, biliyorum diyorum hala.
Uyarı:İnsan gibi yaşamadan önce insanlığımızdan çıkabiliriz ve soluklandığımızı sandığımız an, kasvetli bir günün yine kasvetini sürdüren yine bitmemiş kalabalığından bahsedebiliriz.
Bana koyan da bu. Kendi olgunluğumu ve özgün oluşumu kutlamadan önce nelere katlanıyorum.
Sitemizde daha iyi hizmet verebilmek için sitemizde çerez kullanılmaktadır.
Zamanı geldiğinden şirke girecek zeyl kapanıyor. Ancak şirk içindeki .....'ler de kapanacak. Zamanı geldiğinde söylenecek sözleri çoktan söylenmiş sözlerin ayrı bir yorgunluğu elbette olur, olacak ve olmuştur.
Sükût sebebi itibariyle itiraz barındıran meselelerin bilhassa ortaya çıkışına zemin hazırlıyordu. Zeyl kapanır kapanmaz da zaman içinde hiçliğin zenginleştiği yerden imkan olursa başka bir şey gelecek.
Şu an için değerli olan tek şey, eskisi gibi O'nu dinlemek.
Zeyl faslı yarınlar adına kapandı.